Perdelerin altından görülen dumanlı gök gittikçe aydınlanıyor, geç kalmış birkaç yıldız koyu lacivert bir atlasa düşmüş mavi ve nadide elmaslar gibi parlıyor, son maviliklerini yayarak parlıyorlardı. Annemi bir meleğe benzetiyordum. Bu hayalle melekleri düşünerek… Kuran okuyan annemin şimdi etrafına toplanmaları gereken melekleri görüyorum sanarak dalıverdim. Yüzümün üstünde, ahirette güller bitecek ve cehenneme girecek olursam kesinlikle yanmayacak olan sol kaşımın ucunda tatlı bir ürperme duyuyor, sonra annemin parlak bir zambak aydınlığıyla parlayan dudaklarının kımıldanmasına bakarak… o görülmeyen melek kanatlarının saçlarıma, annemin şimdi Kuran tutan ince parmaklarıyla okşadığı sarı ve gür saçlarıma dokunduklarını hisseder gibi oluyor ve dalıyordum…
***
Ah, on beş sene önceki çocukluk ve şimdiki ben… Tatsız, sevinçsiz, sevgisiz, aşksız ve heyecansız, her şeysiz, boş bir hiçten daha boş geçen yorgunluk dolu soğuk hayat… Şimdi karmakarışık amaçlarla, hırslarla, gerçekte değersiz olan ulaşılması uzak arzularla; kısacası, sersemliğin bir özeti olan nedensiz ve dayanılmaz kararsızlıklarla yaralanan ruhum, kalbim ve iç dünyam… Şimdi sanki henüz bu gece görülmüş bir rüya gibi, daha on beş saniye önce görülmüş bir rüya gibi verdiği mutluluk unutulamayan ve aslında gürültülü ve hüsran verici bir rüya olan bu fani hayat içinde kötü olmayan tek şey çocukluk ve anıları…
Şimdi düşünüyorum da hayatta bu zavallı ve şefkatsiz geçmişten oluşan, garip bir boşluktan başka bir şey olmayan bu hayal içinde ne vurdumduymazlık, ne gizli bir hız var!..
İLK CİNAYET
Ben sürekli acı içinde yaşayan bir adamım! Bu azap kendimi bildiğim anda başladı. Belki daha dört yaşında bile yoktum. Ondan sonra sadece yaptığım değil hatta düşündüğüm kötülüklerin bile vicdanımda tutuşturduğu sonsuz cehennem azapları içinde hala kıvranıyorum. Beni üzen şeylerin hiçbirini unutmadım. Anılarım sanki sadece keder ve üzüntü için yapılmış.
***
Evet, acaba dört yaşında var mıydım? Ondan önce hiçbir şey bilmiyorum. Bilinç başımıza nasıl yakmayan bir yıldırım gibi düşer. Tolstoy daha dokuz aylık bir çocukken kendisinin banyoya sokulduğunu hatırlıyor. İlk duygusu bir haz! Benimki büyük bir acı ile başladı. Ben ilk kez kendimi şirket vapurunda hatırlıyorum. Hala gözümün önünde: Sanki dünyaya o anda doğmuşum, annemin kucağındayım. Gürültülü bir kadın kalabalığı… Annem, yanındaki sarışın, genç bir hanımla gülerek konuşuyor, sigara içiyorlar. Annem sigarasını ince gümüş bir maşaya takmış. Ben bunu istiyorum.
“Al ama ağzına sürme!”, diyor. Bana bu ince maşayı veriyor, sigarasını denize atıyor. Galiba yaz. Çok aydınlık ve güneşli bir hava… Annem konuşurken mavi tüylü bir yelpazeyi yavaş yavaş sallıyor. Ben kucağından kayıyorum. Beni kollarımdan tutarak yanına oturtuyor. Gümüş maşacığın halkasına parmağımı takıyor, annem görmeden ucunu ağzıma sokuyor, dişlerimle ısırıyorum. Konuştuğu sarı saçlı hanımın çarşafı mavi… Ben beyazlar giymiştim. Başım açık. Saçlarım gür. Hem galiba dağılmış. Annem bunları düzeltirken başımı yukarı kaldırıyorum. Güneşten kum kum parlayan tentenin kenarında el kadar bir gölge kımıldıyor.
“Bak, bak!”, diyorum. Annem de başını kaldırıyor:
“Kuş konmuş”, diyor. Bu kuşu isteyince:
“Tutulmaz”, diyor.
Ben yine istiyorum.
1 comment