Yerden bu hala sıcak masum cesedi alıyor. “A… A… Ölmüş” dedikten sonra bana dik dik bakıyor:

“Ne yaptın?”

“…”

“Sıktın mı?”

“…”

“Söyle bakayım.”

“…”

Cevap veremiyor, avazım çıktığı kadar ağlamaya başlıyorum. Annemin elinden beyaz kuşun ölüsünü sarı saçlı hanım alıyor:

“Ah, ne günah!”

“…”

“Zavallıcık!”

“…”

Başka kadınlar da lafa karışıyor. Karşımızda oturan şişman, yaşlı bir kadın cinayetimi haber veriyor:

“Boğdu. Gördüm vallahi, ne hain çocuk!”

“…”

Annem sapsarı kesilmiş, sesi titriyor:

“Ah insafsız!”, diye bana tekrar acıyarak bakıyor. Daha çok ağlamaya başlıyorum. O kadar ağlıyorum ki… Beni artık susturamıyorlar. Ne zaman, nerede, nasıl sustuğumu bugün bile hatırlayamıyorum. Sanki sonsuza dek ağlıyorum.

Kendimi bilir bilmez işlediğim bu cinayetin üzerinden otuz yıl kadar geçti. Şimdi şirket vapurlarının güvertelerinde otururken ne zaman bir martı görsem aniden neşem kaçar. Bir çocuk gibi ağlamak isterim. Kalbimin içinde büyük bir sızı büyür, büyür. Yüreğimi acıtır.

“Ah insafsız!”, diye beni azarlayan anneciğimin sesini duyar gibi olurum.

ANT

Ben Gönen’de doğdum. Yirmi yıldan beri görmediğim bu kasaba hayalimde artık seraplaştı. Birçok yerleri unutulan eski, uzak bir rüya gibi oldu. O zaman genç bir yüzbaşı olan babamla her zaman önünden geçtiğimiz Çarşı Camii’ni, karşısındaki küçük, harap şadırvanı, içinde binlerce kereste tomruğu yüzen nehirciği, bazen yıkanmaya gittiğimiz sıcak sulu hamamın derin havuzunu şimdi hatırlamaya çalışırım. Ama beyaz bir unutkanlık dumanı önüme yığılır. Renkleri siler, şekilleri kaybeder. Pek uzun gurbetlerden sonra vatanına dönen bir adam doğduğu yerin ufkunu koyu bir sis altında bulup da sevdiği şeyleri uzaktan bir an önce göremediği için nasıl üzgün olursa, ben de tıpkı böyle merağa, sabırsızlığa benzer bir üzüntü duyarım. O her akşam sürülerle mandaların, ineklerin geçtiği tozlu, taşsız yollar, yosunlu, siyah kiremitli çatılar, yıkılacakmış gibi duran büyük duvarlar, küçük ahşap köprüler, sonsuz tarlalar, alçak çitler hep bu duman içinde erir...

Yalnız evimizle okulu gözümün önüne getirebilirim.

Büyük bir bahçe… Ortasında köşk tarzında yapılmış bembeyaz bir ev… Sağ köşesinde her zaman oturduğumuz beyaz perdeli oda… Sabahları annem beni bir bebek gibi pencerenin kenarına oturtur, dersimi tekrarlattırır, sütümü içirirdi. Bu pencereden görünen avlunun öbür tarafındaki büyük toprak rengindeki binanın camsız, kapaksız tek bir penceresi vardı. Bu siyah delik beni çok korkuturdu. Yemeklerimizi pişiren, çamaşırlarımızı yıkayan, tahtalarımızı silen, babamın atına yem veren, av köpeklerine bakan hizmetçimiz Abil Ana’nın her gece anlattığı korkunç, bitmez öykülerdeki ayıyı, bu karanlık pencerede görür gibi olurdum. Bu şüphe ile rüya dinlemek, yorumlamak merakında olan zavallı anneme her sabah ayılı rüyalar uydurur, iri, kuzgun bir ayının beni yakalayıp dağa götürdüğünü, ormandaki inine kapadığını, kollarımı bağladığını, burnumu, dudaklarımı yediğini, sonra Bayramiç yolundaki su değirmeninin çarkına attığını söyler, ona birçok “Hayırdır inşallah...” dedirttirirdim. Rüyayı yorumlarken benim büyük bir bey, büyük bir paşa olacağımı, bana kimsenin kötülük yapamayacağına beni inandırdıkça yalan söylediğimi unutur, ne kadar sevinirdim!

Hangi sokaklardan, kiminle geçerdim? Bilmiyorum... Okul bir katlı, duvarları boyasızdı. Kapıdan girince üstü kapalı bir avlu vardı. Daha ilerisinde, küçük, ağaçsız bir bahçe… Bahçenin sonunda tuvalet, fazla büyük abdest fıçısı… Erkek çocuklarla kızlar karışık otururlar, birlikte okur, birlikte oynarlardı. “Büyük Hoca” dediğimiz kınalı, az saçlı, kambur, uzun boylu, yaşlı, bunak bir kadındı. Mavi gözleri çok sert parlar, gaga gibi eğri, sarı burnuyla tüyleri dökülmüş hain, hasta bir çaylağa benzerdi.