Irene bir çığlık kopardı, kocasından kaçmaya başladı. Salondan salona koşuyor, gözleri dönmüş kalabalık da peşinden geliyordu, Irene giysisinin gittikçe daha aşağılara kaydığını, elbisesini artık neredeyse tutamaz olacağını hissediyordu. Birden önünde bir kapı açıldı, Irene deli gibi merdivenlerden aşağı atıldı. Ama aşağıda yün etekliği, pençe gibi elleriyle o aşağılık kadın bekliyordu. Irene yana sıçradı, çılgınca sokaklara fırladı; öteki de peşinden geliyordu. Gece vakti uzun sessiz caddelerde koşuyorlar, fenerler sırıtarak onlara doğru eğiliyordu. Irene kadının takunya takırtılarını boyuna peşinde işitiyor, fakat hangi köşe başına gelse kadının orada karşısına çıktığını görüyordu. Kadın her dönemeçte, her evin gerisinde, sağda solda pusudaydı sanki. Her yerde önünü kesiyordu, birken beş yüz olmuştu, geride bırakılamıyordu; daima öne geçiyor, Irene’ye saldırıyordu; Irene artık dizlerinde derman kalmadığını hissediyordu. Derken kendini evinin önünde buldu, merdivenleri koşarak çıktı, fakat kapıyı açar açmaz kocasıyla karşılaştı. Kocası, elinde bir bıçak, gözlerini dikmiş, delen deşen bir bakışla ona bakıyordu. Boğuk bir sesle, “Neredeydin?” diye sordu. Irene, kendi ağzından “Hiç!” sözünün çıktığını duydu, bu sözle birlikte yanı başında keskin bir kahkaha kopmuştu. O kadındı bu, “Ben gördüm, ben gördüm!” diye bağırıyordu sırıtarak. Kadın birden, yine başucuna dikilmiş, delicesine gülmeye başlamıştı. Derken kocası bıçağını kaldırdı. “İmdat!” diye bağırdı Irene. “İmdat!”…

Gözlerini dikmiş, bakıyordu. Ürkmüş bakışları kocasının bakışlarıyla karşılaştı. Ne demekti bu? Kendi odasındaydı, ampul ölgün ölgün yanıyordu. Irene evinde, kendi yatağında yatıyordu, sadece rüya görmüştü. Ama kocası niçin yatağının kenarında oturuyor, ona bir hastaya bakar gibi bakıyordu? Işığı kim yakmıştı, kocası niye böyle gayet ciddi, hiç kımıldamadan, taş gibi oturuyordu? İliklerine kadar bir korku ürpertisi duydu. Kendini tutamayarak kocasının eline baktı: Hayır, bıçak yoktu bu elde. Yavaş yavaş, uyku sersemliğiyle birlikte hayal dünyasındaki parlayışlar da dağıldı. Rüya görmüş, rüyasında haykırmış, kocasını da uyandırmıştı anlaşılan. Ama kocası, ona niçin bu kadar ciddi, delici ve insafsız bakıyordu?

Gülümsemeye çalıştı. “Ne var, ne oldu? Bana niçin böyle bakıyorsun? Herhalde fena bir rüya gördüm.”

“Evet, bağırdın. Öteki odadan işittim.”

Irene, “Acaba ne diye bağırdım, ağzımdan çok şey kaçırdım mı ki? Kocam bir şeyler öğrendi mi acaba?” diye düşünüp korktu. Kocasının gözlerine bakmaya pek cesaret edemiyor, kocasına gelince o, tuhaf bir sessizlik içinde, gayet ciddi, karısına bakıyordu.

“Nedir bu halin, Irene? Senin bir derdin var. Şu birkaç günden beri çok değiştin; ateşin var gibi; sinirli ve dalgınsın, uykunda imdat diye bağırıyorsun.”

Irene yeniden gülümsemeye çalıştı.