Kararda, Dresden’deki mahkemenin ilamına göre, işe yaramaz kavgacı bir adam olduğu, atlarını yanında bıraktığı soylunun onları hiçbir suretle alıkoymak istemediği, şatoya adam gönderip onları aldırması ya da hiç olmazsa, atların nereye gönderilmesini istediğini soyluya bildirmesi yazılıydı; başbakanlığı bu gibi saçma ve gereksiz müracaatlarla rahatsız etmekten sakınması gerektiği de eklenmişti. Atların değerini düşünmeyen -onların yerinde bir çift köpek bile olsa aynı acıyı duyacak olan-Kohlhaas, bu mektubu alınca öfkeden köpürdü. Ne zaman avluda bir ses işitse, yürek atışlarını hızlandıran pek zayıf bir umutla, acaba soylunun adamları açlıktan sıskalaşmış atları, belki de aynı zamanda bir ödence vermek üzere, getiriyorlar mı diye büyük kapıya bakıyordu: Ancak böyle bir durum karşısında, çevresinin iyi etkileri altında yetişen temiz ruhunun eğilimlerine uyarak, hiçbir şey yapmamaya karar vermişti. Fakat az sonra, oradan geçen bir tanıdıktan, Tronkenburg’daki atlarının hâlâ soylunun öteki beygirleriyle birlikte tarlada çalıştırıldığını öğrendi. Dünyanın böyle korkunç bir karışıklık içinde yüzmesinden duyduğu acının yanı başında, artık kendi içinin erince kavuştuğunu görmekten doğan bir sevinç duyumsamaya başlamıştı. Arazisinin çevresindeki toprakları da satın alarak mülkünü büyütmeyi çoktan beri tasarlayan komşularından bir memuru evine çağırdı. Görüşmeye başlar başlamaz, Brandenburg ve Saksonya’daki mülkleri için, ev olsun, arazi olsun, sağlam ya da yıkık durumda bulunsun, toptan, ne kadar para verebileceğini sordu. Bu sözleri işitince karısı Lisbeth’in rengi uçtu; döndü, arkasında yerde oynayan en küçük çocuğunu kucağına aldı: boyun atkısıyla oynayan oğlunun kırmızı yanaklarının yanından, içinde ölüm acısı okunan bakışlarla kocasına ve elinde tuttuğu kâğıda baktı. Memur Kohlhaas’ı şaşkınlıkla süzerek ne gibi bir nedenin onu bu garip düşünceye yönelttiğini sordu. Bunun üzerine, Kohlhaas zoraki bir neşeyle Havel ırmağı kıyısındaki küçük çiftliğini satmak düşüncesinin pek yeni bir şey olmadığını, bu konuda kendisiyle birçok kez pazarlık yaptıklarını, Dresden’in dış mahallesindeki evininse bununla kıyas kabul etmeyecek derecede önemsiz bir mülk olduğunu; sözün kısası, isteğini yerine getirmek ve bu iki mülkü satın almak isterse sözleşmeyi yapmak için hazır olduğunu söyledi. Neşeli görünmeye çalışarak, “dünya Kohlhaasenbrück’ten ibaret değil ya!” dedi ve ekledi: “Öyle amaçlar vardır ki, onların yanında, yalnızca evinin namuslu babası olmanın hiçbir değeri yoktur: kısaca, neden itiraf etmeyeyim, ruhum, sonuçlarını belki de pek yakında işiteceğiniz büyük amaçlar peşinde…” Bu sözlerle rahatlayan memur, çocuğunu durmadan öpmekte olan kadına, şaka olarak, kocasının herhalde paranın derhal ödenmesini istemeyeceğini söyledi. Dizleri arasında duran bastonuyla şapkasını masanın üstüne koydu ve at tüccarının elinde tuttuğu kâğıdı, okumak için aldı. Kohlhaas yaklaşarak, bunun, kendisi tarafından hazırlanmış ve dört hafta vazgeçme süreli bir satış sözleşmesi taslağı olduğunu anlattı. Sözleşmede imzalarla kararlaştırılacak fiyattan başka hiçbir şey eksik değildi. Gerek fiyat, gerekse dört hafta içinde satıştan vazgeçerse memura vereceği ödence konusunda kendisiyle kolayca anlaşacağına, fazla para istemeyeceği gibi başka güçlükler de çıkarmayacağına güvence verdi. Kadıncağız odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, göğsü öyle hızla çarpıyordu ki oğlunun çektiği atkı az kalsın omuzlarından düşecekti. Memur Dresden’deki emlakının değerine karar veremeyeceğini söyleyince, Kohlhaas, onları satın aldığı sırada yazılmış olan mektupları gösterdi ve yüz gulden istedi, oysa mektuplardan, bunların kendisine hemen hemen yüz elli gulden’e mal olduğu anlaşılıyordu. Sözleşmeyi yeniden okuyan memur, bunda hiç aklından geçirmediği halde, isterse kendisinin de bu alışverişten vazgeçebileceğinin belirtilmiş olduğunu görünce, yarı karar vermiş bir tavırla ahırdaki damızlık atların kendi işine yaramayacağını söyledi. Bunun üzerine Kohlhaas, atları zaten vermek niyetinde olmadığını, pusat odasındaki birkaç silahı da alacağını söyledi. Memur hâlâ duraksamalıydı; sonunda birkaç gün önce bir gezinti sırasında yarı ciddi, yarı şaka önermiş olduğu, emlakın gerçek değerine göre pek az olan bir bedeli yeniden ileri sürdü. Kohlhaas “peki yaz!” diyerek hokka kalemi uzattı. İşittiklerine inanamayan ve öneriyi şaka sanan memurun bir kere daha bunun ciddi olup olmadığını sorması üzerine, at tüccarı bir parça alınmış bir biçimde “şaka mı ediyorum sanıyorsun?” dedi. Bunun üzerine memur düşünceli bir yüz takınarak kalemi alıp yazdı. Buna karşılık satıştan vazgeçtiği takdirde satıcının ödence vereceğini belirten maddeyi sözleşmeden sildi, mülkiyetini almak istemediği Dresden’deki emlak üzerine yüz altın guldenlik bir ipotek koydu ve Kohlhaas’a bu işten iki ay içinde dönme özgürlüğünü verdi. Bundan pek duygulanan at cambazı, büyük bir içtenlikle onun elini sıktı, satış fiyatının dörtte birinin derhal peşin olarak verilip geri kalan kısmının üç ay içinde Hamburg Bankası‘na yatırılması ana koşulu üzerinde de anlaştıktan sonra, böyle iyi sonuçlanan bu işi kutlamak üzere “şarap getirin!” diye bağırdı. Şişelerle içeriye giren hizmetçi kıza, uşak Sternbald’ın kendine al atı hazırlamasını buyurdu; bazı işler görmek üzere başkente gideceğini anlatarak şimdi sır olarak sakladığı birçok şeyi, kısa bir zaman sonra geri dönünce daha özgürce açığa vuracağını söyledi. Kadehleri doldururken tam o sırada birbiriyle savaşan Lehlerle Türkleri sordu, memura bu sorun hakkında bazı siyasi görüşlerini söyletti, sonunda işlerinin iyi gitmesi şerefine içtikten sonra onu uğurladı. Memur odadan çıkar çıkmaz Lisbeth, kocasının önüne diz çökerek haykırdı: “Eğer bana ve çocuklarımıza azıcık olsun yüreğinde yer veriyorsan ve bizi -bilmediğim bir nedenle-gönlünden atmış değilsen, söyle bana bu korkunç davranışlarının anlamı nedir?” Kohlhaas: “Sevgili karıcığım, bu sorun seni asla meraka düşürmesin! Benim soylu Wenzel von Tronka’ya karşı yaptığım şikâyetin hiçbir şeye yaramayan bir boşboğazlıktan ibaret olduğunu bildiren resmi bir yazı aldım. Bunda herhalde bir yanlışlık olacağından, şikâyetimi kendim hükümdarın kendisine yapmaya karar verdim.” dedi. Karısı ürkmüş bir çehreyle ayağa kalkarak: “Peki, öyleyse neden evini satmak istiyorsun?” diye bağırdı.