At tüccarı onu tatlı tatlı bağrına basıp yanıt verdi: “Çünkü benim sevgili Lisbeth’im ben, haklarımı korumak istemeyen bir ülkede kalamam. Eğer ayaklar altında çiğneneceksem, insan olmaktansa bir köpek olmayı yeğlerim! Eminim ki, karım da bu konuda benim gibi düşünür!” Karısı çılgınca “nereden biliyorsun ki…” diye kükredi, “nereden biliyorsun ki, haklarını korumuyorlar! Sen sana yakışan bir biçimde, alçakgönüllü bir dilekçeyle efendimize yaklaşırsan, dilekçenin bir yana atılacağını ya da seni dinlemekten kaçınacaklarını, sana yanıt verilmeyeceğini nereden biliyorsun?..” Kohlhaas “âlâ!” diye yanıtladı. “Eğer şimdiye kadar nedensiz yere korkmuşsam, nasıl olsa evim henüz satılmamış olacak, üzülme. Şunu iyi biliyorum ki, efendimiz adildir. Çevresini alanlar arasından yol bulup huzuruna ulaşabilirsem, daha hafta dolmadan hakkımı alıp sana ve eski işime geri döneceğimden hiç kuşku duymuyorum” dedi ve onu öperek “ondan sonra artık yaşamımın sonuna kadar senin yanında kalacağım. Fakat iyisi mi” diye sözünü sürdürdü, “her olasılığa karşı hazırlıklı olmak gerek. Bunun için de senin, çocukları alarak, mümkünse bir süre kalmak üzere, buradan uzaklaşmanı ve zaten uzun zamandan beri ziyaret etmek istediğin Schwerin’deki hala kızının yanına gitmeni istiyorum!” “Nasıl? Schwerin’e mi? Çocuklarla birlikte sınırdan geçerek halamın kızına, Schwerin’e mi gideyim?” diye kadın bağırdı: Şaşkınlık ve öfkesinden sesi kesilmişti. Kohlhaas: “Kuşkusuz! Mümkünse hemen, derhal! Öyle ki, işim için atacağım adımları daha kayıtsız ve serbestçe atayım.” diye yanıt verdi. Karısı: “Haa! Seni anlıyorum, sen şimdi at ve silahtan başka bir şey istemiyorsun, geriye kalan ne olursa olsun!” diye bağırdı, hemen döndü, kendini bir koltuğa atıp ağlamaya başladı. Kohlhaas üzüntüyle: “Sevgili Lisbeth, ne yapıyorsun? Tanrı bana ev bark, çoluk çocuk armağan etmiş… ister misin ki bugün ilk kez olarak keşke vermeseydi diyeyim?” dedi, bu sözler üzerine kızararak boynuna sarılan karısının yanına oturdu, alnının üstündeki kakülleri okşayarak: “Söyle bana, ne yapayım? Bu olayı böylece bırakayım mı? Tronkenburg’a gidip atları bana vermesini şövalyeden rica edeyim, üstlerine atlayarak onları buraya sana getireyim mi?” dedi. Lisbeth “Evet evet, evet!” demeye cesaret edemiyordu. Ağlayarak başını sallıyor, onu tüm gücüyle kendine çekerek göğsünü sıcak öpücüklere boğuyordu. Kohlhaas: “Bu başladığım işi sürdürdüğüm takdirde hakkımı elde edeceğime inanıyorsan, bırak beni istediğim gibi özgür çalışayım!” deyip ayağa kalktı ve al atın eğerlendiğini haber veren uşağa, öbür gün karısını Schwerin’e götürmek üzere doruların da hazırlanmasını buyurdu. Lisbeth: “Aklıma bir şey geldi… Acaba dilekçeyi bana versen de, senin yerine onu ben Berlin’e götürüp hükümdara versem olmaz mı?” dedi. Kohlhaas bu öneriden birçok nedenle etkilenerek onu kucakladı ve: “Sevgili karıcığım, bu dediğin asla olamaz! Efendimizin çevresi sıra sıra sarılmıştır, ona yaklaşmak isteyen bir kimse hoşa gitmeyecek birçok şeyle karşılaşabilir.” dedi. Lisbeth, Elektör Prense yaklaşmanın bir kadın için bir erkekten bin kez daha kolay olduğunu söyledi. “Dilekçeyi bana ver!” diye yineledi, “onun hükümdarın eline geçmesinden başka bir şey istemiyorsan, emin ol, ben ulaştırırım.” Karısının cesareti kadar zekâsını da birçok kez denemiş olan Kohlhaas, “bu işi nasıl başaracaksın?” dedi; bunun üzerine o utanarak önüne bakıp, Elektör Prens’in saray kâhyasının geçmiş zamanlarda Schwerin’de çalışırken kendisini istediğini, şimdi evli ve çoluk çocuk sahibi ise de, kendisini hâlâ unutmadığını söyledi ve anlatılması gayet uzun sürecek birtakım nedenlerden dolayı bu işin kendisine bırakılmasının daha kârlı olacağını yineledi. Kohlhaas, büyük bir sevinçle onu öptü, önerisini kabul ettiğini söyledi ve “sarayda hükümdara yaklaşabilmek için o adamın karısına konuk olman yeter” dedi. Dilekçeyi verdi; doruları arabaya koşturdu ve karısını sadık uşağı Sternbald ile sağ ve esen yola çıkardı.

Fakat bu yolculuk şimdiye kadarki girişimlerinin en kötü sonuçlusu oldu: Aradan birkaç gün geçmişti ki, Sternbald önünde yavaş yavaş yürüyerek arabayı avluya soktu. Göğsünde büyük ve tehlikeli bir yara bulunan kadın, arabanın içinde yatıyordu. Yüzü sapsarı kesilmiş olarak arabaya yanaşan Kohlhaas bu acıklı olayla ilgili kesin bir bilgi edinemedi. Uşağın dediğine göre kâhyayı evinde bulamadıklarından saray yakınında bir hana inmek zorunda kalmışlar, ertesi gün Lisbeth uşağa hayvanların yanında kalmasını söyleyerek handan çıkmış, ancak akşamüstü bu durumda geri gelmişti. Hükümdara fazla yaklaşıp sokulmak cüreti göstermesi üzerine, onun haberi ve buyruğu olmadan çevresindeki korumanlarından birinin fazla gayret göstererek kadıncağızı haşince bir mızrak darbesiyle göğsünden yaraladığı, zavallıyı akşam üzeri baygın bir durumda hana getirenlerin sözlerinden anlaşılmaktaydı. Biçarenin ağzından kan geldiğinden az konuşabiliyordu. Bundan sonra dilekçe bir şövalye tarafından Lisbeth’ten alınmıştı. Sternbald, bir ata atlayıp ona bu yıkımı acele haber vermeyi istediğini, fakat çağrılan cerrahın diretmesine karşın kocasına hiç haber verilmeden kendisinin Kohlhaasenbrück’e götürülmesinde Lisbeth’in ayak dirediğini söyledi. Kohlhaas, yolculuktan bitkin düşen karısını bir yatağa götürdü; zavallı kadın burada güçlükle soluk alarak ancak birkaç gün daha yaşayabildi. Başına gelenleri öğrenebilmek için onu kendine getirmeye boşuna uğraştılar; o artık sönmek üzere olan kımıltısız gözlerle yatağında yatıyor, yanıt vermiyordu. Yalnızca ölümünden biraz önce belleği yerine geldi. Çünkü bu sırada Luther mezhebinden bir papaz (o zaman yeni yayılmaya başlayan bu mezhebi kocasına uyarak o da kabul etmişti) yatağının yanında duruyor, yüksek ve dokunaklı bir sesle İncil’den bir parça okuyordu.