Birdenbire ışıksız gözlerle ona baktı, sanki yeniden dinleyip öğreneceği bir şey yokmuş gibi onun elinden İncil’i aldı, bir şey arar gibi yapraklarını karıştırdı, karıştırdı ve yatağında oturan Kohlhaas’a işaret parmağıyla: “Düşmanlarını bağışla, senden nefret edenlere de iyilik et” ayetini gösterdi. Bu sırada tüm sevgisiyle kocasına bakarak elini tuttu ve öldü. Kohlhaas düşündü: “Eğer ben şu soyluyu bağışlarsam, Tanrı beni asla bağışlamasın!” Gözlerinden yaşlar boşanırken onu öptü, gözlerini kapadı ve odadan çıktı. Memurun Dresden’deki ahırlar için getirdiği yüz altın guldeni aldı, prenseslere layık bir cenaze alayı hazırlattı, birçok maden kakmayla süslenmiş, meşe ağacından bir tabut, altın ve gümüş saçaklı ipek yastıklar ve sekiz kulaç derinliğinde taş ve kireçle örülmüş bir mezar. Küçük oğlu kucağında olduğu halde mezarın başında durmuş, kazılmasına bakıyordu. Gömme günü kar gibi beyazlara sarılı cenaze, onun siyah kumaşlarla kaplattığı bir salona konmuştu. Papaz tabutun yanında söylediği dokunaklı söylevi henüz bitirmişti ki, mutsuz kadının götürdüğü dilekçeye hükümdarın yolladığı yanıtı Kohlhaas’a verdiler. Bunda Tronkenburg’a gidip atlarını alması ve işin peşini bırakması, yoksa hapse atılacağı bildiriliyordu. Kohlhaas mektubu cebine koydu ve tabutu arabaya yerleştirtti. Cenaze gömülüp mezarın üzerine haç dikildikten ve törende bulunanlar dağıldıktan sonra Kohlhaas, karısının şimdi boş kalan yatağı üstüne bir kez daha kapandı ve öç almaya kesin olarak karar verdi; oturdu, doğuştan gelen güç ve gözüpekliğine dayanarak toprak sahibi genç soylu Wenzel von Tronka’ya bir uyarı mektubu yazdı. Bunda ona ileniyor ve tarlada çalıştırarak çürüttüğü yağızlarını bu mektubu aldıktan en geç üç gün sonra akşam karanlığında Kohlhaasenbrück’e getirerek ahırda bizzat besleyip semirtmesini kesin olarak buyuruyordu. Bu mektubu bir atlıya verip gönderdi ve ona, kâğıdı verir vermez hemen Kohlhaasenbrück’e dönmesini tembih etti. Üç gün geçtiği halde atlar getirilmediğinden, Herse’yi çağırıp soyluya yazdıklarının hepsini anlattı; kendisiyle birlikte Tronkenburg’a gidip bu genç soyluyu yakalayarak buraya getirmeyi ve ahırda atlara iyi bakmazsa onu kırbaçlamayı isteyip istemediğini sordu. Bu söylenenleri duyar duymaz Herse, “bugünden tezi yok” diyerek külâhını havaya fırlattı ve ona tımar etmeyi öğretmek için sırımların en düğümlüsünü ördüreceğini söyledi. Bundan sonra Kohlhaas evini sattı, çocuklarını bir arabaya bindirip sınırın ötesine gönderdi; akşam karanlığı basarken eski, sadık uşaklarından yedi kişi daha topladı, hepsini silahlandırdı: Atlara bindiler ve Tronkenburg’a yollandılar.
Kohlhaas, üçüncü günün akşamı bu küçük kafileyle birlikte büyük kapının altında konuşan gümrükçü ve kapıcıyı çiğneyip geçerek şatoya girdi. Şatonun avlusunda tutuşturdukları barakalar çatır çatır yanarken, Herse dolambaçlı merdivenden kâhyanın kulesine çıkmış ve yarı soyunmuş bir halde oyun başında bulunan kâhya ile vekilharcı dövüp yaralamaya koyulmuştu. Kohlhaas da tam bu sırada Wenzel’i yakalamak için şatoya daldı… Adalet meleği böylece gökten iniyordu… Soylu, at tüccarının gönderdiği kâğıdı yanındaki genç arkadaşlarına okuyarak kahkahalarıyla ortalığı çınlatırken, birdenbire avludan Kohlhaas’ın sesini duydu, beti benzi attı: “Kardeşler, herkes başının çaresine baksın” diye bağırarak ortadan kayboldu. Kohlhaas salona girerken karşısına çıkan Hans von Tronka adlı şövalyeyi göğsünden yakalayıp salonun köşesine öyle bir fırlattı ki, beyni taşlar üzerine aktı. Uşakları silaha sarılıp öteki şövalyelerin haklarından gelirken, onları dağıtan Kohlhaas “Wenzel von Tronka nerede?” diye bağırdı; neye uğradıklarını bilmeyen bu adamların olumlu yanıt vermemeleri üzerine şatonun kanatlarına giden iki hücrenin kapılarını birer tekmeyle açıp her yanını dolaştığı yapının, hiçbir köşesinde kimseyi bulamadığından, bütün kapılar tutulsun diye söve söve avluya indi. Bu sırada barakaların ateşi şatoya ve çevresindeki yapılara atlamış, duman sütunları göklere yükselmeye başlamıştı. Sternbald üç güçlü uşakla, sökülüp taşınabilecek bütün eşyayı sürükleyip atların arasına yığarken, Herse’nin sevinç çığlıkları arasında kâhya dairesinin penceresinden kâhyanın, vekilharcının ve çocuklarıyla karılarının cesetleri fırlatılıyordu. Şatonun merdivenlerinden inerken ayaklarına kapanan yaşlı, nikrisli kalfaya Kohlhaas basamakta durarak: “Soylu Wenzel von Tronka nerede?” diye sordu. Kadın alçak ve titrek bir sesle “sanırım kiliseye kaçmıştır” deyince Kohlhaas ellerinde meşale taşıyan iki uşağı çağırdı, anahtarlar bulunamadığından kapıyı küskü ve baltalarla açtırdı, mihrapları, sıraları altüst etti; fakat bütün hıncına karşın Wenzel’i bulamadı. Kohlhaas kiliseden çıkarken Tronkenburg’da çalışan genç bir uşak, şövalyenin cenk atlarını ateşin yaklaştığı geniş ve kâgir bir ahırdan çıkarmaya koşuyordu. İşte tam bu sırada samanla örtülü bir kulübede kendi yağızlarını gören at tüccarı uşağa, niçin onları kurtarmadığını sordu. Ahırın kapısını açmaya çalışan uşağın “kulübeyi ateş sarmış” demesi üzerine Kohlhaas onu zorla kapıdan çekerek anahtarı duvarın ötesine fırlattı, kılıcının tersiyle durmadan vurarak onu yanmakta olan kulübeye soktu ve çevredekilerin yabanıl kahkahaları arasında zorla yağızları kurtarmaya gönderdi. Korkudan yüzü sapsarı kesilmiş olan uşak, çıkar çıkmaz arkasından yıkılan kulübeyi atlarla birlikte terk ettiği zaman Kohlhaas’ı orada bulamadı. Avluya uşaklarının yanına gidip at tüccarına birkaç kez hayvanları ne yapacağını sordu. Kohlhaas, her seferinde ses çıkarmaksızın ona arkasını dönmüştü. Birdenbire adamcağıza öyle müthiş bir tekme savurdu ki, bu tekme raslamış olsaydı onu kesin öldürürdü.
1 comment