Uşağın sorusunu yanıtsız bırakarak dorusuna atladı: Adamları yağmayı sürdürürken, gidip kale kapısının altında sessizce sabahı bekledi. Şafak sökerken bütün şato da duvarlarına kadar yanmıştı; oralarda Kohlhaas’la yedi uşağından başka kimse yoktu. Attan indi; gündüz gözüyle, güneşin aydınlattığı bütün köşe bucağı bir kez daha aradı. Kendisine çok ağır gelmekle birlikte şatoya yaptığı baskından istediği sonucu elde edemediği kanısına vararak, kalbi acı ve üzüntüyle dolu olduğu halde birkaç uşağıyla Herse’yi, soylunun ne yana kaçtığını anlamak üzere gönderdi. En çok düşündüğü yer, Mulda ırmağı kıyısındaki Erlabrunn adlı zengin rahibeler manastırıydı: Buranın başrahibesi Antonia von Tronka, bu yörede dindar ve yardımı seven aziz bir kadın olarak tanınmaktaydı. Soylunun düştüğü bu korkunç durumda, çocukluğunda kendisini eğitmiş olan öz halasının başrahibe bulunduğu bu manastıra sığınmış olması aklına yakın geliyordu. Bu konuda bilgi topladıktan sonra Kohlhaas, hâlâ bir odası oturulabilecek bir durumda olan kâhyalık kulesine çıktı; orada “Kohlhaas Buyrukları” adını taşıyan bir bildiri yazdı. Bunda, halktan, kendisiyle savaş halinde bulunduğu Wenzel von Tronka’yı korumamalarını istiyor, akraba ve dostları da içinde olmak üzere herkesin onu kendisine teslim etmek zorunda olduğunu, böyle yapılmazsa bütün mal ve mülklerinin yakılacağını ve kendilerinin işkence ve ölüm cezasına çarpılacaklarını kesin olarak bildiriyordu. Bu bildiriyi, yabancılar ve gezginlerle bütün çevreye dağıtıyordu; hatta bunun bir nüshasını da Erlabrunn’da rahibe Antonia’ya götürmek üzere, Waldmann’a vermişti. Sonra soyludan hoşnut olmayan ve yağmadan pay almak düşüncesiyle hizmetine girmek isteyen birkaç uşakla da uyuştu. Onları piyadeler gibi oklar ve hançerlerle silahlandırdı ve kendilerine atlı uşakların terkilerine binmeyi öğretti. Yardımcılarının taşıyıp getirdiği bütün eşyayı paraya çevirip bunlara dağıttıktan sonra, bu korkunç işlerini bırakarak birkaç saat kale kapısının altında dinlendi.
Öğleye doğru Herse geldi; hep en kötü olasılıkları sezen yüreği onu yanıltmamıştı; soylu Erlabrunn Manastırı‘nda, halası yaşlı rahibe Antonia von Tronka’nın yanında bulunuyordu. Herhalde şatonun arka duvarındaki boşluğa açılan bir kapıdan Elbe’deki sallara inen, üstü küçük bir damla örtülü taş merdiven yoluyla kaçmış olacaktı. Yine Herse’nin anlattığına göre, ahalisi Tronkenburg’daki yangını seyir için toplanmış olan bir Elbe köyüne, gece yarısı dümensiz küreksiz bir salla gelerek halkın şaşkınlığı arasında karaya çıkmış, oradan da bir köylü arabasıyla Erlabrunn’a gitmişti. Bunları işiten Kohlhaas derin derin içini çekti; sonra atların yem kestirip kestirmediklerini sordu. Evet yanıtı verilince adamlarını atlara bindirtti, üç saat sonra Erlabrunn’a geldi. Köyün önünde yaktıkları meşaleler ellerinde olduğu halde bütün bu kalabalık manastırın avlusuna girerken, ufuktan yakın bir fırtınanın boğuk gürültüleri yankılanmaktaydı. Bu sırada önüne çıkan uşak Waldmann, tam bildirisini yerine verdiğini söylerken başrahibe ile manastır kâhyasının telaşla konuşarak manastır kapısının altına geldiklerini gördü. Kar gibi bembeyaz ufak tefek, yaşlı bir adam olan manastır kâhyası Kohlhaas’a öfke ve nefretle bakarak zırhını giyinir ve çevresindeki uşaklara sert bir sesle tehlike çanı çalmalarını buyururken, başrahibe, yüzü bir keten gibi bembeyaz, elinde İsa’nın gümüş heykelciği, rampadan aşağı indi ve bütün öteki rahibelerle birlikte kendini Kohlhaas’ın atının önüne attı. Herse ile Sternbald elinde kılıcı olmayan kâhyayı alt edip esir olarak atların arasına götürürken, Kohlhaas rahibeye soylu Wenzel von Tronka’nın nerede olduğunu sordu. Rahibe kuşağından anahtarları çıkarıp: “Wittenberg’de! Kohlhaas, saygıdeğer adam!” diye yanıt vererek titrek bir sesle, “Tanrı‘dan kork, haksızlık etme!” sözlerini ekleyince, Kohlhaas dinmeyen hıncının cehennemine yeniden düşerek atını çevirdi ve tam “ateşleyin!” diye bağırmak üzereyken dehşetli bir yıldırım hemen yanı başına düştü. Kohlhaas atının başını yeniden kadına çevirerek buyruklarını alıp almadığını sordu. Kadın ancak işitilebilir bir sesle, “Demin, biraz önce!” “Ne zaman?” “Tanrı seni inandırsın, yeğenim şövalyenin yola çıkmasından tam iki saat sonra…” yanıtını verdi. Kohlhaas’ın kendisine bulanık gözlerle baktığı uşak Waldmann, kekeleye kekeleye, yağmurlar yüzünden taşan Mulde sularının daha önce buraya yetişmesine engel olduğunu söyleyerek rahibenin sözlerini doğruladı. Kohlhaas kendini topladı; meşaleleri söndürttü; alanın taşları üzerine savrulan korkunç bir yağmur sağanağı bitmez tükenmez acısını artırdı. Kadının önünde şöylece şapkasını çıkarıp atını çevirdi: “İzleyin kardeşler! Soylu Wittenberg’dedir” diyerek atına mahmuzları indirdi ve manastırdan ayrıldı.
Akşam karanlığı bastığından, yol üzerindeki bir hana indi. Atlar yorgunluklarını alsın diye orada dinlenmek zorunda kaldı. On kişilik bir güçle (çünkü şimdi gücü bu kadarı bulmuştu) Wittenberg gibi bir yeri basamayacağını anladığından, ikinci bir bildiri daha yazdı. Bunda uğradığı haksızlıkları kısaca anlattıktan sonra kendi dediği gibi “her gerçek Hıristiyandan bütün Hıristiyanların ortak düşmanı olan soylu von Tronka’ya karşı güttüğü davada kendisine yardım etmesini” ücret ve ganimet söz vererek istedi. Hemen bundan sonra çıkan bir başka bildirisinde kendisine “devlet, hükümet tanımayan, yalnızca Tanrı‘ya bağlı bir başbuğ” adını veriyordu.
1 comment