Addio!’ diyor.” Ayrıca gece boyunca şu olaylar da meydana gelmişti: Piskopos Butler, ismini “Bubler” olarak telaffuz etmekte ısrar edince yazım ve ahlak kurallarına aykırı davrandığı ve huysuz biri olduğu gerekçesiyle geldiği yere gönderildi. Kasıtlı bir gizem yarattığı kuşkusunu uyandıran John Milton, Yitik Cennet’i kendisinin yazdığını inkâr etmiş ve bu şiirin Grungers ve Scadgingtone adlarında tanınmamış iki kişi tarafından ortaklaşa yazıldığını iddia etmişti. Ve İngiltere Kralı John’ın yeğeni Prens Arthur, Bayan Trimmer ve İskoç Kraliçesi Mary’nin gözetimi altında kadife boyamayı öğrendiği yedinci çemberin içinde oldukça rahat olduğunu açıklamıştı.

Bana bu açıklamaları yapan beyefendi farkında mıydı bilmem ama yükselen güneşin görüntüsünü ve sonsuz evrenin muhteşem düzenini düşünmeye başlamıştım artık ve anlattıklarından sıkıldığımı itiraf edersem beni bağışlayacağından emindim. Kısacası, bu konudan o kadar çok sıkılmıştım ki, bir sonraki istasyonda trenden inip bu sıkıcı lafları dinleme yerine gökyüzünün temiz havasını solumak beni son derece sevindirdi.

Trenden indiğimde dışarıda güzel bir hava vardı. Altın sarısı, kahverengi ve kızıl renkli ağaçlardan dökülen yaprakların arasında yürür ve etrafımdaki yaradılış harikalarına bakıp bu harikaları ayakta tutan sağlam, değişmez ve uyumlu yasaları düşünürken, adamın ruhlarla ilgili sohbeti bana bu dünyanın şimdiye dek gördüğü en sefil yolculuk hikâyesi gibi geldi. Kafamdan bu barbar düşünceler geçerken, ev görüş alanıma girdi ve evi dikkatlice incelemek için durdum.

Yaklaşık iki dönümlük, insanı hüzünlendirecek derecede bakımsız, kare şeklinde bir bahçenin ortasında tek başına yükselen bir evdi. II. George döneminden kalmaydı; Georgelar’ın dördünün de sadık bir hayranı tarafından arzulanabilecek kadar katı, soğuk, ciddi ve zevksiz bir görünümü vardı. İçinde kimse oturmuyordu, ama son bir iki yıl içinde, yaşanılabilir hale gelmesi için ucuz bir onarımdan geçmişti. Ucuz diyorum, çünkü onarım sadece yüzeysel yapılmış ve renkleri canlı olsa da boyası ve sıvası çürüyüp dökülmeye başlamıştı. Bahçe duvarına yaslanmış orantısız bir tahtanın üstünde evin uygun

koşullarla ve mobilyalı kiraya verileceği yazılıydı. Ev hemen yanındaki ağaçlar nedeniyle gölgede kalmıştı ve özellikle, ön pencerelerinin önünde oldukça hüzünlü bir hava yaratan, yer seçimi hatalı, altı uzun kavak ağacı vardı.

Bu evin insanların uzak durduğu bir ev olduğunu anlamak zor değildi. Evden yarım mil ötedeki bir köy kilisesi kulesinin çevresinde oturan köylülerin de uzak durduğu, hiç kimsenin satın almayacağı bir evdi bu. Doğal olarak bundan çıkan sonuç, evin perili ev olarak ünlendiğiydi.

Gündüz ve gecenin yirmi dört saatlik zaman diliminin hiçbir bölümü sabahın erken saatleri kadar özel değildir benim için. Yazları genellikle erken kalkarım ve kahvaltıdan önce günlük işlerimden birini yapmak için odama çekilir, etrafımdaki sessizlik ve yalnızlıktan da en çok bu anlarda etkilenirim. Uyuyan tanıdık yüzlerle çevrilmiş olmanın verdiği berbat his bir yana –sevdiğimiz ve bizi seven insanlar, varlığımızdan tamamıyla habersiz, duygusuz bir halde ve bir gün hepimizin gideceği o gizemli dünyanın bekleyişi içindedirler– askıya alınmış yaşamlar, dünle kopan bağlar, terk edilmiş koltuk, kapanmış kitap, ya da yarıda bırakılmış bir iş, hepsi ölümü çağrıştırır bize. Bu anın sükûneti aslında ölümün sükûnetidir. Renkler ve soğuk aynı çağrışımı yapar. Ev eşyalarının gecenin karanlığından sabahın aydınlığına çıktıkları anda büründükleri, çok eskilerde kalmış ‘yeni’likleri, insanların olgunluğun ya da yaşlılığın yıprattığı yüzlerinin ölümle birlikte eski genç görüntüsüne bürünmesini akla getirir. Dahası, bir keresinde bu saatlerde babamın hayaletini görmüştüm. Canlı ve iyi görünüyordu. Normalden farklı hiçbir şey yoktu, ama onu gün ışığında, yatağımın yanındaki bir sandalyede sırtı bana dönük otururken görmüştüm. Elini başına dayamıştı ve uyukluyor mu, yoksa bir şeye mi üzülüyordu, seçememiştim. Onu orada görmüş olmanın verdiği şaşkınlıkla, önce oturdum, sonra pozisyonumu değiştirip yataktan uzanarak onu izledim. O hareket etmediği için onunla birkaç kez konuştum. Hâlâ hareketsiz durmaya devam ettiği için endişelendim ve elimi omzuna koyduğumda, aynen tahmin ettiğim gibi oldu; orada hiçbir şey yoktu.

Bütün bunlardan ve daha kolay ve açık bir şekilde anlatılamayacak diğer nedenlerden dolayı, sabahın bu erken saatlerinin, ruhlara en yakın olduğum saatler olduğuna karar verdim. Sabahın erken saatlerinde benim için her ev az ya da çok perilidir ve perili bir ev sadece bu saatlerde işime yarar.

Kafamda bu terk edilmiş ev düşüncesiyle köye doğru yürüdüm ve küçük hanın sahibini, kapısının önünü süpürürken buldum. Kahvaltı ısmarladım ve ev konusunu açtım.

“O ev, perili mi?” diye sordum.

Han sahibi bana baktı, başını salladı ve “Bir şey söyleyemem,” diye cevap verdi.

“Demek ki perili?”

“Pekâlâ!” dedi han sahibi yüksek bir sesle, çaresizliğin verdiği bir dürüstlükle ve devam etti: “Ben olsam o evde uyumazdım.”

“Neden?”

“İnsan ancak bir evde zil çalacak kimse yokken zilin çalmasını, kapıları çarpacak kimse yokken kapıların çarpmasını ve ortalıkta kimse yokken ayak sesleri duymak istiyorsa, işte o zaman,” dedi han sahibi, “o evde uyuyabilir.”

“Evde bir şey görülmüş mü?”

Han sahibi bana tekrar baktı ve az önceki çaresiz yüz ifadesiyle ahır avlusuna doğru seslendi: “Ikey!”

Bu çağrı üzerine geniş omuzlu, yuvarlak kırmızı yüzlü, kısa sarı saçlı, oldukça geniş gülünç bir ağzı ve kalkık bir burnu olan ve üzerine uzun kollu, mor çizgili, sedef düğmeli, uzuyormuş gibi görünen ve eğer kırpılmazsa onu baştan aşağı saracakmış gibi duran bir yelek giymiş genç bir adam yanımıza geldi.

“Bu beyefendi,” dedi han sahibi, “kavaklarda herhangi bir şey görünüp görünmediğini öğrenmek istiyor.”

“Kukuletalı, baykuşu olan bir kadın,” dedi Ikey canlı bir ses tonuyla.

“Çığlık mı atıyordu?”

“Hayır bayım, Başkuşu vardı.”[1]

“Kukuletalı, baykuşlu bir kadın! Aman Tanrım! Onu hiç gördün mü?”

“Baykuşu gördüm.”

“Kadını hiç görmedin mi?”

“Baykuş kadar net değil, ama hep birliktedirler ikisi.”

“Kadını da baykuş kadar net gören biri olmuş mu?”

“Tanrı sizi korusun efendim! Bir sürü insan!”

“Kim?”

“Tanrı sizi korusun efendim! Bir sürü insan!”

“Örneğin yolun karşısında dükkânını açan şu tüccar görmüş olabilir mi?”

“Perkins mi? Tanrı sizi korusun, Perkins oraya yaklaşmaz bile. Hayır!” dedi genç adam ve kendinden emin bir şekilde: “Perkins oraya gidecek kadar aptal biri değildir.”

(Bu arada han sahibi Perkins’ten daha iyi bilgi alabileceğimi fısıldadı kulağıma.)

“Bu kukuletalı, baykuşlu kadın kim ya da kimdi? Biliyor musun?”

“Şey,” dedi Ikey, bir eliyle şapkasını kaldırmış diğer eliyle başını kaşırken, “Genelde bu kadının bir cinayete kurban gittiği ve baykuşun da cinayet sırasında ötüp durduğu söylenir.”

Tek öğrenebildiğim, hikâyenin sadece kısa bir özeti ve gördüğüm en içten ve geleceği parlak insanlardan biri olan bu genç adamın, kukuletalı kadını gördükten sonra sağlığını biraz yitirmiş olduğuydu. Ayrıca kendisine “Joby!” diye seslenilen ya da “Greenwood!” diye seslendiğinizde, “Neden olmasın? Öyle olsa bile, siz kendi işinize bakın,” diyen ve ‘iyi bir dost’ veya ‘tek gözlü serseri’ gibi üstünkörü ifadelerle tanımlanan bir kişi de kukuletalı kadını beş ya da altı kez görmüştü.