Ama bu tanıkların bana somut yardımı dokunamazdı, çünkü ilki California’da, sonuncusu da Ikey’in söylediğine göre –bu, han sahibi tarafından da doğrulanmıştı– ‘her yerde’ görülmüştü.

Şimdi her ne kadar varoluşla arasına büyük hesap günü engelinin ve yaşayan tüm varlıkların karşı karşıya kalacağı değişimin girdiği bu esrarı, dingi ve vakur bir korkuyla değerlendirsem ve olaylar hakkında bir şey bilmiyormuşum gibi davranma küstahlığını göstermesem de; kapıların kendi kendine çarpmasını, zillerin kendi kendine çalmasını, tahtaların kendi kendine gıcırdamasını ve bunlar gibi diğer önemsiz olayları, kavramama izin verilen tanrısal kuralların görkemli güzelliği ve her şeyi kuşatan analojisiyle bağdaştıramıyorum. Dahası, şimdiye kadar her ikisi de yurtdışında olan iki perili evde yaşamıştım. Bunlardan biri, gerçekten perilerin yoğun istilasına uğramış ve bu nedenle iki kez terk edilmiş bir İtalyan sarayıydı ve ben burada sekiz ay boyunca sakin ve hayatımdan memnun bir şekilde yaşadım. Evin hiç kullanılmamış ve sahiplenilmemiş birçok gizemli odası olduğunu görmezden geliyordum ve büyük bir odasında günün her saati kimbilir kaç kez oturup kitap okuyor ve bitişiğindeki birinci sınıf perili bir oda olduğu söylenen odada yatıyordum. Han sahibine bu yaşadıklarımdan kısaca bahsettim. Ve ona, sözünü ettiğimiz evin neden kötü bir üne sahip olduğunu açıklamaya çalıştım. Birçok şeyin adını haksız yere kötüye çıkartmıyor muyduk, bir şey hakkında ortaya kötü sözler yaymak ne kadar kolaydı. Örneğin köyde yaşayan tuhaf görünümlü, yaşlı sarhoşun ruhunu şeytana sattığı dedikodusunu ikimiz birlikte köye yaydığımızda herkesin buna inanacağını söyledim. İtiraf etmeliyim ki, yaptığım bu akıllıca konuşma han sahibi üzerinde hiçbir etki yaratmadı, dolayısıyla, bu konuşma hayatımın en büyük başarısızlıklarından biri oldu.

Hikâyenin bu kısmını kısa kesecek olursam, bu eve perili denmesine ve herkesin ondan uzak durmasına gücenmiş ve evi tutmaya yarı yarıya karar vermiştim. Böylece, kahvaltıdan sonra, Perkins’in kırbaç ve koşum takımı üreten, postaneyi işleten ve bu arada da ikna yeteneği güçlü, sert mizaçlı karısına boyun eğmek durumunda olan kayınbiraderinden evin anahtarlarını aldım ve han sahibiyle Ikey’in eşliğinde eve gittim.

Evin içi tahmin ettiğim gibi çok kasvetliydi. Evin önündeki büyük ağaçların oluşturduğu gölgelerin yavaşça dalgalanması eve son derece hüzünlü bir hava veriyordu. Kötü yere kurulmuş, kötü inşa edilmiş ve kötü planlanmış bir evdi bu. Rutubetliydi, her tarafta çürümüşlük ve fare kokusu vardı ve ayrıca insan elinden çıkan, ama sonra insanların kullanmadığı yapıların üstüne çöken o tanımlanması zor çürümüşlüğün zavallı bir kurbanıydı. Mutfaklar ve odalar çok geniş ve birbirinden çok uzaktı. Üst ve alt katlarda, birer yaşam simgesi kabul edilen odaların arasında, işe yaramaz geçitlere benzeyen koridorlar uzanıyordu. Ayrıca arka merdivenlerin dibinde, çift sıra dizilen zillerin altında, öldürücü bir tuzak gibi gizlenen, üzeri yeşilliklerle kaplı, eski, küflü bir kuyu vardı. Bu zillerden birinin siyah zemini üzerine soluk, beyaz harflerle EFENDİ B yazılıydı. Bana söylediklerine göre, bu en çok çalan zildi.

“Efendi B kimmiş?” diye sordum, “baykuş öterken onun ne yaptığı biliniyor mu?”

“Zili çalmış,” dedi Ikey.

Genç adamın kürk şapkasıyla zile vurup çalmasındaki ustalık beni oldukça etkiledi. Yüksek sesli, çirkin görünümlü bir zildi ve oldukça tatsız bir sesi vardı. Diğer zillerin üzerlerinde bağlı oldukları odaların isimleri yazıyordu: Resim Odası, Çift Oda, Saat Odası gibi. Efendi B’nin zilinin kaynağına ulaştığımda, tavanarasında üçgen biçimindeki bir odada üçüncü sınıf koşullar altında yaşamış olduğunu gördüm. Köşede bir şömine vardı ve eğer Efendi B kendisini bu şömineyle ısıtabiliyorsa oldukça ufak tefek olmalıydı. Başka bir köşede de, ancak Tom Thumb’ın[2] tavana tırmanabileceği yükseklikte, piramit şeklinde bir merdiveni andıran baca vardı. Odanın bir tarafındaki duvar kâğıtları, üstüne yapışan sıvayla birlikte boydan boya aşağıya düşmüş ve kapının önünü neredeyse tamamen kapamıştı. Görünüşe göre Efendi B, bulunduğu ruhsal koşullar altında duvar kâğıdını sürekli sökmüşe benziyordu. Ne han sahibi, ne de Ikey onun böyle anlamsız bir şeyi neden yapmış olabileceğini açıklayabiliyorlardı.

Oldukça geniş ve yamuk tavanarasının dışında, evde keşfedilecek başka bir şey bulamadım. Fazla mobilya olmasa da, fena döşenmemişti. Mobilyaların bir kısmı –üçte biri diyelim– evin kendisi kadar eskiydi, geri kalanı ise son yarım yüzyılın değişik dönemlerinden kalmaydı. Evin kiralanma işiyle şehirdeki bir tahıl dükkânının sahibinin ilgilendiğini öğrendim. Aynı gün onunla görüşmeye gittim ve evi altı aylığına kiraladım.

Bekâr kız kardeşimle (38 yaşında, güzel, aklı başında ve çekici bir bayan olduğunu söyleyebilirim) eve taşındığımızda ekimin tam ortasıydı.