Geçen yıl Oniki Meşeler'de verdiği partiden beri iki kereden fazla Atlanta'ya gelmiş değildi. Hayır, Ashley Melanie'ye âşık olamazdı, çünkü -ah, Scarlett'in yanılmış olmasına olanak yoktu- çünkü, Ashley kendisine âşıktı. Onun sevdiği biricik kadın Scarlett'di ve genç kız bunu biliyordu.
Scarlett, dadısının döşemeleri sarsarak salonda yürüdüğünü duydu ve altına almış olduğu ayağını aşağı indirerek, yüzüne her zamanki yumuşak ifadeyi vermeye çalıştı. Herhangi bir aksiliği dadısına belli etmek Scarlett'in asla isine gelmezdi. O, O'Haralar'ın bedenlerinin de ruhlarının da kendisine ait olduğunu düşünür ve onların sırlarını kendi sırları olarak kabul ederdi. Kendisinden en küçük bir şeyin gizlendiğini hissetmesi bir tazı gibi hırçınlaşması için yeterli bir sebepti. Scarlett'in tecrübelerine dayanarak, çok iyi biliyordu ki dadasının merakını hemen tatmin etmeyecek olursa, o her şeyi annesine anlatır, o zaman da Scarlett ya sırrını itiraf etmek ya da uygun bir yalan düşünmek zorunda kalırdı.
Scarlett'in dadısı sahanlık kapısında göründü. İri yarı ihtiyar kadın, bir fil gibi küçük ve zeki gözlere sahipti. Pırıl pırıl yanan simsiyah bir teni vardı. Tam bir Afrikalı'ydı ve kanının son damlasına kadar O'Haralar'a sadıktı. Ellen'in hayatının dayanma noktası, üç çocuğunun dadısı olan ve Scarlett ile kız kardeşlerinin dehşetli korktuğu bu zenci kadın evin diğer hizmetçi ve uşaklarına dehşet saçardı. Gerçi karaderiliydi, ama ahlak prensipleri ve gurura sahiplerinin ki kadar, hatta daha da yüksekti. Ellen'in annesi olan Solange Robillard'ın yatak odasında büyümüştü. Bu ince yapılı, soğuk, kalkık burunlu Fransız kadını terbiye ve görgüye aykırı davrandıklarında ne çocuklarına ne de hizmetçilerine ceza vermekten kaçınırdı. O Ellen'in dadısı olmuş ve Ellen evlendiği zaman, Savan onunla birlikte, Savannah'dan buraya gelmişti. Scarlett'e karşı duyduğu sevgi sonsuz olduğu ve onunla son derece övündüğü için, genç kız üzerindeki baskısı da o derece şiddetliydi.
"Genç beyler gittiler mi? Niçin onları yemeğe alıkoymadınız, Miss Scarlett? Poke'a masaya iki tabak daha koymasını söylemiştim bile. Görgünüz nerede?"
"Ah, onların savaştan konuşmaları beni öylesine bıktırdı ki, bütün yemek boyunca da aynı şeyleri dinlemeye dayanamayacağımı düşündüm. Üstelik babam da onlara katılacak ve Mr. Lincoln hakkında avaz avaz bağırarak konuşmaya başlayacaktı."
"Miss Ellen ile benim bunca emeklerimden sonra, daha terbiyeli bir hanım olacağınızı ümit ederdim. Hem, ne diye burada şalınız olmadan oturuyorsunuz? Akşam rüzgârı sizi üşütür. Haydi haydi, bana kolay kolay üşümediğiniz masalını okumaya kalkmayın! İçeri girin, Miss Scarlett."
"Hayır, burada kalıp güneşin batışını seyretmek istiyorum. Öyle güzel ki! Haydi, koş da şalımı getir. Ne olur, dadıcığım, babam gelene kadar burada oturayım."
Dadısı şüpheci bir sesle:
"Sesiniz nezleli gibi çıkıyor," dedi.
Scarlett'in sabrı tükeniyordu.
"Hayır, nezle değilim," diye direndi. "Sen bana şalımı getir."
Dadısı yumuşak adımlarla içeri girdi ve Scarlett onun yukarı katın hizmetçisine seslendiğini duydu.
"Rosa! Miss Scarlett'in şalını atsana bana."
Scarlett merdivenlerin gıcırdadığını duyunca yavaşça ayağa kalktı. Dadısı geri döndüğü zaman, ikizleri yemeğe alıkoymamakla ne büyük bir saygısızlık yaptığı konusunda bir nutuk çekecekti mutlaka. Oysa Scarlett kalbi acı içinde kırılırken böyle şeyler dinlemek niyetinde değildi. O gün öğleden sonra babası Oniki Meşeler'e, yani Wilkesler'in çiftliğine gitmişti atla. Uşakları Pork'un karısı Dilcey'i satın almak için teklifte bulunacaktı. Dilcey, Wilkesler'in kâhyası ve çiftliklerinin ebesiydi. Pork, gece gündüz efendisine karısını satın alması için yalvarmaktaydı.
1 comment