Böylece aynı çiftlikte yaşayabileceklerdi. Artık direnci iyice zayıflamış olan Gerald, o gün öğleden sonra, bu konuda Wilkesler'le görüşmek üzere Oniki Meşelere gitmişti.
Gerald'ın dönüş vakti gelmişti ve Scarlett onu yalnız olarak görmek istiyorsa karşılamak üzere yola doğru yürümekten başka yapabileceği bir şey yoktu. Dadısının onu üst kat pencerelerinden seyredip etmediğini anlayabilmek için omuzunun üstünden yukarı bakarak ön basamakları yavaşça indi. Uçuşan perdeler arasında, bembeyaz bir türbanla çevrelenmiş, geniş ve simsiyah bir yüzün tenkit eder bir şekilde kendisine baktığını göremeyince yeşil çiçekli eteklerini havalandırarak cesaretle yola doğru atıldı. Küçük, ipek kurdeleli ayakkabılarının izin verdiği kadar hızlı adımlarla ilerlemeye başladı.
Scarlett kıpkırmızı bir yüzle nefes nefese, bir ağaç kütüğünün üstüne oturup babasını beklemeye başladı.
Sabah yağmurundan sonra kan kırmızısı rengini almış olan dönemeçli yola bakıyordu. Düşüncelerinde bu yolu izliyor, çamurlu ve sığ Flint nehrine inip bataklık yatağından geçtikten sonra, yine bayırı tırmanacak Ashley'in oturduğu Oniki Meşeler'e varıyordu. Şimdi yolun onun için bütün anlamı buydu. Ashley'e ve küçük tepeyi bir Yunan tapınağı gibi taçlandıran sütunlu güzel beyaz eve giden yol!..
"Ashley, ah Ashley!" diye düşündü.
Kalbi daha hızlı çarpmaya başladı.
Tarleton ikizlerinin ona anlattıkları dedikodunun uyandırdığı soğuk şaşkınlık ve üzüntü şimdi yerini iki yıldan beri Ashley'e karşı duyduğu aşkın yoğunlaşarak yeniden ön plana çıkmasına bırakmıştı.
Yeni büyümeye başladığı yıllarda hiçbir zaman Ashley'i pek çekici bulmamış olmasına şimdi şaşıyordu. Çocukluğunda Ashley'in gelip gittiğini görür, ama onun hakkında hiçbir şey düşünmezdi. Ama Ashley iki yıl önce, Avrupa'ya yaptığı üç yıllık büyük seyahatten sonra, onlara bir nezaket ziyareti yaptığı günden beri onu sevmekteydi. İşte her şey bu kadar basitti.
O gün Scarlett sundurmanın altında otururken, Ashley bahçeye girmişti. Gri bir elbise vardı üstünde. Siyah boyun bağı kırmalı beyaz gömleğinin şıklığını tamamlıyordu. Scarlett şu anda bile onun elbisesinin ve şapkasının en küçük ayrıntılarını hatırlayabiliyordu. Ayakkabıları pırıl pırıldı. Boyun bağı iğnesinin üstünde bir medusa başı vardı ve elinde geniş kenarlı bir Panama şapkası bulunuyordu. Ashley atından inince dizginlerini seyisine vermiş ve Scarlett'in önünde durup gülümseyerek ona bakmıştı. Sarı saçları güneşin ışınlarının vurmasıyla öyle bir parlıyordu ki, gümüşten bir şapkayı andırıyordu.
Ona:
"Demek büyüdün, Scarlett!" demişti.
Sonra hafifçe merdivenlerden yukarı çıkmış ve onu öpmüştü. Ya sesi! Scarlett o anda kalbinin nasıl çarptığını asla unutamayacaktı. Müzik gibi gelmişti ona bu kalp atışları. Sanki daha önce hiç çarpmamıştı kalbi.
Scarlett o ilk anda Ashley'i arzulamıştı. Bu onun yemek için yiyecek, binmek için at ve üzerinde yatmak için yumuşak bir yatak istemesi kadar doğal bir şeydi.
Ondan sonra iki yıl birlikte gezmişlerdi. Balolara, balık avlarına, pikniklere gidiyorlardı. Ashley hiçbir zaman onu Tarleton ikizleri kadar sık, Cade Calvert ya da Fontaineler'in oğulları gibi ısrarla aramamıştı, ama hiç bir hafta geçmezdi ki Ashley Tara'ya gelmesin.
Gerçi ona hiçbir zaman aşktan bahsetmiş değildi ve Scarlett onun gözlerinde asla, başka erkeklerde görmeye alışık olduğu o malûm pırıltıyı görmemişti, ama yine de... yine de Ashley'in kendisini sevdiğini biliyordu. Bu konuda yanılması mümkün değildi. Ama zaman zaman, Ashley ona üzüntüyle karışık özlemle bakardı. İşte bu bakış Scarlett'i daima kuşkulandırır ve şaşırtırdı. Onun kendisini sevdiğini biliyordu. Niçin Ashley ona bunu söylemiyordu? Anlayamaz diye mi? Ama onun hakkında, anlayamadığı o kadar çok şey vardı ki...
Ashley daima saygılı, ama ne yazık ki ona hep uzaktı.
1 comment