Bizler on dokuz yaşımızdayız. Tom da yirmi bir yaşında. Oysa annem daha altı yaşındaymışız gibi hareket ediyor."
"Anneniz yarın Wilkes'lerin ziyafetine giderken, yeni atına binecek?"
"İstiyor, ama babam bu hayvanın çok tehlikeli olduğunu söylüyor. Hem zaten kızlar bırakmazlar onu. Annemi hiç olmazsa bir ziyafete, kadın gibi, arabada götüreceklerini söylüyorlardı."
Scarlett:
"İnşallah yarın yağmur yağmaz," dedi. "Bir haftadan beri hemen hemen her gün yağmur yağıyor. Bahçede düzenlenen bir ziyafetin içerde devam etmesi kadar tatsız bir şey olamaz."
Stuart:
"Yarın hava açık ve Haziran ayı gibi sıcak olacak," dedi. "Şu gün batınıma bak. Daha kırmızı olanını görmedim. Güneşin batışına bakıp ertesi gün havanın nasıl olacağını daima anlayabilirsin."
Gerald O'Hara'nın yeni sürülmüş, uçsuz bucaksız pamuk tarlalarının ötesindeki kızıl ufka baktılar. Güneş, Flint nehrinin karşı yakasındaki dağların arkasında, kıpkırmızı bir yatak içinde yatarken, Nisan gününün sıcaklığı, yerini hafif, ama ürpertici bir serinliğe bırakıyordu.
O yıl yağmurlar her zamankinden erken yağmış, beklenmedik bir anda, karşı dağlarda ve nehir kıyısında pembe şeftali çiçekleri açıp, beyaz kızılcık çiçekleri görünmüş, ilkbahar gelivermişti. Toprağın sürülmesi hemen hemen bitmiş sayılırdı. Güneşin kanlı ihtişamı, kırmızı Georgia toprağı üstündeki taze sapan izlerini daha da koyu bir kırmızıya boyamaktaydı.
Vahşi bir kırmızılığı vardı bu bölgenin. Yağmurlardan sonra kan kırmızısı olurdu her yan. Kuraklık zamanında pembe bir toz kaplardı ortalığı. Dünyanın en iyi pamuk yetiştiren topraklarına sahipti. Güzel beyaz evler, sürülmüş sakin tarlalar ve tembel sarı nehirlerin ülkesiydi burası, ama aynı zamanda, uzlaşmazlıkların, en parlak güneşin ve en yoğun gölgenin memleketiydi. Çiftlikler ve uçsuz bucaksız pamuk tarlaları, sakin ve mutlu bir şekilde sıcak güneşe gülümserlerdi. Onların somyada, karanlık ve en sıcak günlerde bile serin olan, bakir ormanlar yükselirdi.
Sundurmanın altında oturan üç gencin kulaklarına nal sesleri, koşum takımlarının zincirlerinin şıkırtısı ve zencilerin, tiz, tasasız gülüşleri geliyordu. Hayvanlar ve zenciler tarlalardan dönüyorlardı. Evin içinden, Scarlett'in annesi Ellen O'Hara'nın, anahtar sepetini taşıyan küçük zenci kıza seslenen tatlı sesi geliyordu.
Tiz bir çocuk sesi karşılık verdi:
"Buyurun, efendim."
Sonra ileri geri gidip gelen ayak sesleri duyuldu. Ellen, mutfakta, tarladan dönen kölelere yemek vermeye hazırlanıyordu. Tara'nın uşağı Pork, akşam yemeği için sofrayı hazırlarken tek tük porselen tabakların ve gümüş çatal bıçakların sesleri geldi.
İkizler bu son sesleri duyunca, eve gitmek üzere yola çıkmaları gerektiğini hatırladılar. Ama anneleriyle karşılaşmaktan korkuyor ve Tara'nın sundurmasında oyalanıp, Scarlett'in kendilerini yemeğe davet etmesini bekliyorlardı.
Brent:
"Bak, Scarlett," dedi. "Yarından konuşalım. Biz burada olmadığımız için bu ziyafetten ve balodan haberimiz yoktu, ama bu bol bol dans etmemizi engellemez. Bütün dansların için başkalarına söz vermedin, değil mi?"
"Ne yazık ki verdim! Sizin hepinizin birden döneceğinizi nereden bilirdim? Sizin ikinizi beklerken sarı bir şebboya dönmeyi de göze alamazdım ya."
Çocuklar kahkahalarla güldüler.
"Sen sarı bir şebboy olacaksın ha! Bak şekerim, benimle ilk valsi, Stu ile de sonuncusunu yapacak ve yemeği bizimle yiyeceksin. Geçen baloda yaptığımız gibi yine merdivende oturur Jincy Ana'ya fal baktırırız."
"Ben Jincy Ana'nın falını sevmiyorum. Biliyorsunuz ya, simsiyah saçlı ve siyah bıyıklı biriyle evleneceğimi söyledi. Oysa ben siyah saçlı erkekleri sevmem."
Brent böbürlendi:
"Kırmızı saçlıları seversin, değil mi şekerim? Haydi, şimdi bütün valsleri bizimle yapacağına ve yemeği bizimle yiyeceğine söz ver."
Stuart:
"Eğer buna söz verirsen sana bir sır söyleyeceğim," dedi.
Bu söz karşısında Scarlett, küçük bir çocuk gibi heyecanlanarak:
"Ne!" diye bağırdı.
"Dün biz Atlanta'da, buraya gelecek treni beklerken.
1 comment