Tıpkı bir atın daha sağlam oturuşundan şimdi sırtında yeni ve daha usta bir süvarinin bulunduğunu anlaması gibi, Czentovic de son hamleler sırasında asıl ve gerçek hasmını tanımış olmalıydı. Biz de elimizde olmaksızın onu izleyip heyecanla yabancıya bakmaktaydık. Fakat o daha düşünmek, hatta cevap vermek fırsatını bulamadan, McConnor kazanma hırsının heyecanıyla ve muzaffer bir tonla ona seslenmişti bile:

"Elbette! Ama şimdi ona karşı tek başınıza oynamalısınız! Yani sadece siz ve Czentovic!"

Ne var ki, bunun ardından tümüyle beklenmedik bir şey oldu. Dikkat çeken bir ısrarla hâlâ artık boşaltılmış olan satranç tahtasına bakmakta olan yabancı, bütün bakışların ve heyecanlı konuşmaların kendisine yöneldiğini hissedince ürktü. Yüz hatları birbirine karışmıştı.

"Asla olmaz, beyler," diye kekeledi belirgin bir kaygıyla. "Bu, bütünüyle imkânsız... Ben asla söz konusu olamam ... yirmi yıldan, hayır yirmi beş yıldan bu yana bir satranç tahtasının başına oturmuş değilim ... ve izninizi almaksızın oyununuza karışmakla ne kadar yakışıksız davranmış olduğumu ancak şimdi anlıyorum... Bu karışmadan ötürü beni lütfen bağışlayın ... bundan böyle sizi rahatsız etmeyeceğimden emin olabilirsiniz." Ve biz daha şaşkınlığımızı üzerimizden atamadan, yabancı çekilmiş ve odayı terk etmişti.

"Fakat bu, mümkün değil!" diye gürledi McConnor olanca heyecanıyla ve yumruğunu masaya vurarak. "Bu adamın yirmi beş yıl boyunca satranç oynamamış olması kesinlikle mümkün değil! Çünkü her hamleyi, olabilecek her karşı saldırıyı beş altı hamle öncesinden hesapladı. Böyle bir şeyi kimse öyle kolayca, doğaçlamadan yapamaz. Böyle bir şey tamamen imkânsız, öyle değil mi?"

Son soruyla birlikte McConnor, ister istemez Czentovic'e dönmüştü. Ama dünya şampiyonu sarsılmaz soğukkanlılığını korudu.

"Bu konuda herhangi bir yargı belirtemem. Ancak o beyefendinin biraz alışılmadık biçimde ve ilginç oynadığı kesin; zaten bu yüzden ona kasten bir şans tanıdım." Bunları söylerken aynı zamanda rahat bir tavırla ayağa kalkan Czentovic, o konu dışına çıkmayan ifadesiyle ekledi: "O bey ya da öteki beyefendiler yarın bir parti daha isterlerse eğer, saat üçten itibaren emirlerindeyim."

Hafifçe gülümsemekten kendimizi alamadık. Czentovic'in tanımadığımız yardımcımıza öyle cömertçe bir şans falan tanımadığını ve o konuda söylediğinin sadece kendi başarısızlığını maskelemeyi amaçlayan naif bir bahane olduğunu hepimiz biliyorduk. Bu yüzden, böylesine sarsılmaz bir büyüklenmeyi aşağılanmış görmeye yönelik isteğimiz daha da şiddetlenmişti. Kısa süre öncesine kadar sakin ve rahat gemi yolcularıyken, şimdi kendini kazanma hırsına doludizgin kaptırmış kişiler olup çıkmıştık, çünkü özellikle okyanusun ortasındaki gemimizde satranç şampiyonunun tacının elinden alınabileceği düşüncesi –bu, hemen ardından haberi bütün telgraf bürolarınca yıldırım hızıyla bütün dünyaya yayılacak bir rekor olurdu–, hepimize en kışkırtıcı biçimde çekici gelmekteydi. Buna bir de kurtarıcımızın en kritik anda hiç beklenmeyen araya girişinden kaynaklanan esrarengiz havanın çekiciliği ile neredeyse ürkeklik diye nitelendirilebilecek alçakgönüllülüğünün ve ancak profesyonellere özgü sarsılmaz özgüveninin oluşturduğu karşıtlık ekleniyordu. Kimdi bu bilinmeyen adam? Burada rastlantı sonucu henüz keşfedilmemiş bir satranç dâhisi mi gün ışığına çıkmıştı? Veya ünlü bir şampiyon, bilinmeyen bir nedenden ötürü bizden adını mı gizlemekteydi? Bütün bu olasılıkları düşünülebilecek en heyecanlı bir atmosfer içerisinde tartışmaktaydık, en cüretkâr varsayımlar bile bize göre karşımızdaki yabancının esrarengiz çekingenliğini ve şaşırtıcı açıklamasını, yadsınamayacak ustalığıyla bağdaştırmaya yetecek kadar cüretkâr değildi. Fakat bir noktada hepimiz görüş birliğine varmıştık: Satranç tahtasında yeni bir kavganın sergilenmesinden asla vazgeçmeyecektik. Yardımcımızın ertesi gün Czentovic'le bir parti oynamasını sağlamak için her yolu denemeye karar verdik; oyunun parasal rizikosunu McConnor üstlenmeye söz vermişti. Bu arada kabin görevlisinden alınan bilgiye göre yabancının bir Avusturyalı olduğu da anlaşıldığından, yurttaşı olarak ricamızı kendisine iletme görevi bana verildi.

Gezinti güvertesinde, acelece kaçan dostumuzu bulmam fazla zaman almadı. Güvertedeki koltuklardan birine uzanmış, okumaktaydı. Ona yaklaşmazdan önce bu fırsattan yararlanarak daha dikkatli bir gözlem yaptım. Keskin hatlara sahip olan başı hafif bir yorgunlukla yastığa dayanmış, dinleniyordu; genç sayılabilecek yüzündeki tuhaf solgunluk bir kez daha özellikle dikkatimi çekti, göz kamaştırıcı beyazlıktaki saçlar, şakaklarda bu yüzü çerçevelemekteydi; nedenini bilmeksizin, bu adamın ansızın yaşlanmış olduğu izlenimine kapıldım. Daha tam yaklaşmamıştım ki, kibarca kalktı ve kendini, duyar duymaz tanıdığım, son derece saygın bir eski Avusturya adıyla takdim etti. Bu soyadının taşıyıcılarından birinin Schubert'in en yakın dost çevresinde yer aldığını, yaşlı imparatorun özel doktorlarından birinin de aynı aileden geldiğini hatırlıyordum. Dr.