Başka bir sokağa saptı. Kapı önünde oynayan çocuklar onu görüp korktular. Evin arkasına saklanıp yabancıyı taşa tuttular. Adam geriye döndü. Sopasını onlara doğru salladı. Veletler bir daha başlarını göstermeye cesaret edemediler...

Demir kapılı koca bir binanın önünden geçerken, buranın “hapishane” olduğunu anladı. Kapı tokmağının altında, içerdeki zile bağlı bir zincir sallanıyordu. Zinciri birkaç defa çekip bıraktı. El kadar açıklıktan iki göz ışıldadı. Aynı anda sinirli bir ses:

– Kim o? Gecenin bu saatinde ne diye zili çalıyorsun, diye sordu.

Yabancı şapkasını çıkardı. Hürmetle eğilerek:

– Yabancıyım, dedi. Yatacak yerim yok... Beni bu gecelik misafir eder misin?

– Buranın hapishane olduğunu bilmiyor musun, be adam?!

– Biliyorum, efendi... Yalvarırım, bu gecelik beni içeri al!

– Bu kapıdan içeri mahkûmlardan başkası adım atamaz!.. Git, belediye başkanına küfret; jandarmalar seni yakalayıp getirsinler... Ondan sonra kapıyı açar “hoş geldin” derim!..

Delik kapandı. Işıldayan gözler ışıldamaz oldu... Yabancı başını iki yana sallayarak:

– Yazık, dedi. Şu dünyada ne meslekler var?.. Gardiyandan da ancak böyle bir tavsiye beklenir...

Ağaçları bol olan bir yola saptı. Etrafı çitlerle çevrili bir ev gördü. Penceresinden tatlı bir ışık sızıyor, çitin kapısını aydınlatıyordu. Kapı kilitli değildi. Eliyle yavaşça itip bahçeye girdi. Pencereye yaklaştı. İçeriye baktı. Kireçle sıvanmış büyük bir oda gördü. Odanın bir köşesinde, tahtadan bir masa, üzerinde de bakırdan bir kandil çevreyi aydınlatıyordu. Orta yere bir sofra kurulmuştu. Kapağı açık tencereden sıcak yemeğin buharı tütüyordu.