Açlıktan ölmek üzere olan fakir bir adam, evimize girip onları çalıyor... Uyandıktan sonra bunun gerçek olmadığına o kadar üzüldüm ki!..
– Fakat, ağabey... Onlar ailemizden kalan tek hatıradır. Topu topu altı gümüş tabak, bir çorba kaşığı ve iki şamdan. Bunları maddi değeri ile değil, mânevî değeri ile ölçmelisiniz... Her sene, şahsi maaşınızdan, bunların yüzlercesini satın alacak parayı fakir fukaraya dağıtıyorsunuz...
– Öyle ama, yine de içim rahat değil hemşire...
– Ağabey, yalvarırım bu hatıralara dokunmayınız!...
Mösyö Miryel, çaresiz:
– Peki, sevgili kardeşim, dedi. Onlarda senin de hakkın olduğu için bir şey diyemem... Hani diyorum, bu ağırlıktan da kurtulsak ne iyi olurdu!..
Bu eski tövbekârı iyi tanımanız için biraz da ev hayatından bahsedelim. Sarayını hastahane binası ile değiştikten sonra, yeni evine taşıdığı eşyalar şunlardan ibaretti: Eski bir demir karyola, dört hasır sandalye, bir tahta masa, bir kitap dolabı ve kitaplar. Mutfak eşyalarına karışmadı. Onların seçimini iki yaşlı kadına bıraktı. Bahçeyi dört parçaya ayırarak bir parçasını kendine aldı. Mösyö Miryel, kendi toprağına çiçek ekerken, kadınlar sebze ekmeyi tercih ettiler.
Piskoposun en büyük merakı kitapları ile çiçekleri idi. Geceyi kitapları ile, gündüz de boş kalan vaktini çiçekleri ile geçirirdi. Eve yerleştiği gün, ilk yaptığı şey kapıların kilitlerini sökmek oldu. Kadınlar buna itiraz etmek isteyince:
– Çalınacak kıymetli bir şeyimiz yok ki, niçin kapıları kilitleyelim, dedi. Hırsızlardan servet sahipleri korksun!.. Bu evde üç zavallı ihtiyarın yaşadığını bilen hiçbir hırsız bizi rahatsız etmez... En âdi meslek sahipleri bile müşterisini tanır. Fakat, siz isterseniz odalarınızın kapısını arkadan sürgüleyebilirsiniz... Buna bir şey diyemem.
Kadınlar, eve alışıncaya kadar bir müddet kapılarını sürgülemiş iseler de, sonradan onlar da Mösyö Miryel’den cesaret alarak bu işten vazgeçmişlerdi.
Piskoposumuzun başından geçen bir olayı daha anlatarak hikâyemizi bağlamak istiyoruz: D ahalisini Kravat’ın eşkıyasından daha fazla korkutan bir adam vardı ki, ne zaman adı anılsa arkasından bir beddua edilirdi. İhtilâle ihanet etmekle suçlanıyordu. Kralın ordusunu defalarca bozguna uğratmış bir milis generali idi. İhtilâlin muvaffak olmasında büyük payı bulunan bu korkusuz general, hâneden mensubu diye çoluk, çocuk ve kadınların katledildiğini görünce silahını bırakmış, “Bu bir vahşettir!” diyerek tek başına dağa çekilmiş, bir mağaraya kapanmıştı. Cumhuriyetçiler kendisine, aralarına dönmesi için, haber göndermişseler de, “Ben sarhoşların ve fahişelerin halk mahkemelerine başkanlık ettiği bir düzene uşaklık edemem. Ben zulmün son bulması ve adaletin yerine gelmesi için yola çıkmıştım; fakat görüyorum ki, ihtilâlciler kraldan daha zalim davranıyorlar.” diyerek tekliflerini geri çevirmişti. Cumhuriyetçiler onu “rejim düşmanı ve hain” ilân etmişseler de, vaktiyle yaptığı hizmetlerin hatırı için ardına düşmemişlerdi. Kod adı “G” olan bu rejim düşmanının gerçek adını kimse bilmiyordu. Mağarasından dışarı çıkmadığı halde, halkın korkulu rüyası olmaya devam ediyordu. Halbuki yirmi seneyi aşkın bir zamandır ne kimseye görünmüş, ne kimseye bir zararı dokunmuştu.
1 comment