Ne yer, ne içer, nasıl yaşar kimse bilmezdi... Yine de onu küfürle anar, şeytandan bahseder gibi bahsederlerdi.
Bir gün belediye meclisinin toplantısında bu adamdan bahsedilince, Mösyö Miryel’in merakını celbetti. Açıkça söylemedi ise de, içinden onu ziyaret etmeye karar verdi. “Ne kadar günahkâr ve hain de olsa, ben onun da piskoposu değil miyim? Bir çoban sürüdeki bütün koyunlardan sorumludur. Koyunun uyuzu çobanı ürkütmemeli...” diye mırıldandı.
Karar vermişti vermesine, ama ayağı bir türlü bu işe varmıyordu. Sonunda meseleyi jandarma komutanına açtı:
– Komutan, dedi; halkın şeytandan bahseder gibi bahsettikleri şu rejim düşmanını merak ediyorum. Ben siyaset adamı değil, din adamıyım... Gidip onu ziyaret etmeyi düşünüyorum; ne dersiniz?
Komutan eşkıya baskınına uğramış gibi yerinden fırladı:
– Ne diyorsun, Peder? Sen çıldırdın mı?.. Kravat’tan hediye aldığın yetmiyormuş gibi, şimdi de bir rejim düşmanını mı ziyaret edeceksin!.. Vallahi, İmparator duyarsa derini yüzdürür! Haydi birincisine göz yumdum, ama bunu benden önce hükümete yetiştirirler. Ondan sonra ikimiz de yanarız!
– Ben imparatorun değil, Tanrı’nın memuruyum!.. İdamlıklarla görüşmeme izin var da, neden buna olmasın? Kararım kesindir; gideceğim! Sen istersen, izin vermediğine dair bir belge yaz; altını imza edeyim. Kendini böylece kurtarmış olursun... Bana gelince, ben imparatordan daha güçlü birine bağlıyım. O’na güvenen kimseden korkmaz...
Kaderin cilvesine bakın ki, o sırada rejim düşmanının hizmetini gören çocuk yaşta bir çoban, kasabaya inmiş, efendisinin hasta olduğunu kendisine bakacak bir doktor aradığını söylüyordu...
Bunu duyan piskopos:
– Onun doktora değil, bir din adamına ihtiyacı var, dedi.
Çocuğun arkasına takılarak dağın yolunu tuttu. “G”nin yaşadığı mağaranın önüne gelince, tahta sandalyesinde güneşlenmekte olan yaşlı bir adam gördü:
Çoban, ihtiyarı göstererek:
– İşte efendim orada oturuyor, dedi.
Mağara dedikleri yer, küçük fakat bakımlı bir kulübe idi. Kapısının üzerinden bir üzüm asması sarkıyordu. İhtiyarın yanında başka bir çoban ayakta dikiliyor, elinde tuttuğu bir süt maşrapasını ona uzatıyordu.
Piskopos şaşkın bir halde:
– Aman Tanrım, dedi; adından küfürle bahsettikleri adam bu mu?..
İhtiyar, çobana minnet dolu bir yüzle gülümsedi:
– Teşekkür ederim oğlum, dedi. Artık canım hiçbir şey istemiyor...
Piskopos adama doğru yürüdü. İhtiyar onu görünce şaşırdı:
– Hoşgeldiniz, dedi. Doktora benzer bir haliniz yok... Doktordan çok bir din adamına benziyorsunuz... Burada bulunduğum günden beri, ilk defa ziyaretime bir adam geliyor!.. Söyler misiniz Mösyö, siz kimsiniz?
Piskopos heyecanlı bir sesle:
– Adım Bienvönü Miryel’dir, dedi.
İhtiyar, mutlu bir gülümsemeyle:
– Bienvönü Miryel ha? Bu adı daha evvel duymuştum dedi. Halkın, “Monsenyör Miryel” diye çağırdıkları ve çok sevdikleri zat sizsiniz demek?
– Evet, benim.
– O halde benim de piskoposum sayılırsınız...
– Fakat halk sizi vatandaştan saymıyor?.. Adınızı pek kötü bir şekilde telaffuz ediyorlar...
İhtiyar tekrar gülümsedi:
– Size din dersi verecek değilim, peder... Fakat, bilirsiniz ki, Tanrı’nın hatırı halkın hatırından yücedir!.. Ben, senelerce önce, Tanrı’nın hatırını halkın hatırına tercih edip bu kulübeye çekildim... Şu anda, üç saat sonra ölecek olan bir adamla konuşuyorsunuz... Sözlerinizi buna göre tartıp konuşunuz.
1 comment