Hiçbir şey bilmeye olanak yok.”

Oradan geçen bir bisikletli, ayağını yere dayayarak, bize bütün Torino’nun yıkıldığını haber verdi. “Binlerce ölü var,” dedi bize. “İstasyonu yerle bir ettiler, pazarları yaktılar. Radyoda bu akşam yeniden geri geleceklerini söylediler.” Ve arkasına bakmadan pedallayıp kaçtı.

“Ne geveze adam,” diye homurdandı Domenico.

“Fellini’yi anlamıyorum. Genellikle çoktan gelmiş olurdu.”

Sokağımız gerçekten ıssız ve sakindi. Okulumuzun bahçesindeki ağaçların yapraklan, yüksek duvarı, sanki bir kasaba bahçesi gibi taçlandırıyordu. Buraya alışılmış kokular, tramvayın uğultusu, insan sesleri bile giremezdi. O sabahki çocuk gürültüsünün de olmaması bambaşka zamanlara ait duyguları çağrıştırıyordu. Gecenin karanlığında, evlerin arasındaki o sakin gökte, kıyametin kopmuş olması inanılmaz geliyordu. Domenico’ya gitmesini, istiyorsa Fellini’yi aramasını söyledim. Kapıcı odasında kalıp onları bekleyebilirdim. Sabahın yansı, yakında yapılacak yoklamalar için sınıf defterini düzeltmekle geçti. Toplamalar yapıyor, kanaatlerimi yazıyordum. Arada sırada başımı kaldırıyor, koridora boş sınıflara bakıyordum. Bir ölüsü olan, onu yıkayıp giydiren kadınları düşünüyordum. Bir an içinde gökyüzü yeniden gürlemeye, yanmaya başlayabilirdi; okul da yerle bir olabilirdi. Önemi olan tek şey hayattı, çıplak hayat. Sınıf defterleri, okullar ve cesetler çoktan önemlerini yitirmişlerdi.

Sessizlik içerisinde çocukların adlarını mırıldanırken kendimi dua mırıldanan bir ihtiyar gibi hissettim. Kendi kendime gülümsüyordum. Yüzleri yeniden görür gibiydim. Acaba bu gece ölmüşler miydi? Bir bombardımanın ertesindeki neşeleri -ani bir tatil, yenilik, kargaşa- benim her akşam alarmlardan kaçıp, serin odama sığınıp, güvenli yatağıma uzanmama benziyordu. Onların bu bilinçsizliğine gülümseyebilir miydim? Hepimizin bu savaşta bilinçsiz bir yanı vardı; hepimiz için bu dehşetli olaylar saçma, günlük ve sevimsiz olaylara dönüşmüştü.

Bunları ciddiye alıp da, ‘Bu bir savaştır,’ diyene de kötü, aldanmış ya da azınlıktan bir adam gözüyle bakılıyordu.

Ama gene de bu gece birileri ölmüştü. Binlerce değilse de belki de onlarca. Bu da yeterdi. Kentte kalan insanları düşünüyordum. Cate’yi düşünüyordum. Nedense onun tepeye her akşam çıkmadığına inandırmıştım kendimi. Sanki bahçedeki konuşmalardan kulağıma böyle bir şey çalmmıştı ve nitekim o alarmdan beri şarkı da söylememişlerdi. Ona söyleyecek bir şeyim olup olmadığını sordum kendime, acaba korktuğu bir şey var mıydı? Sanki yalnızca karanlığı, o ev ve orman havasını, genç sesleri, yeniliği özlüyordum. Acaba Cate de o akşam onlarla şarkı söylemiş miydi? ‘Eğer başına bir şey gelmemişse,’ diye düşündüm, ‘bu akşam yukarı gelirler.’

Derken telefon çaldı.