“Martino’yu hatırlıyor musun? Bir barda düğün yaptı.”

Birlikte Martino’ya güldük. “Herkesin başına gelir,” diye devam ettim. “Birlikte aylar yıllar tüketilir, sonra olanlar olur. Bir randevu kaçırılır, bir ev değiştirilir ve her gün görüştüğün birinin artık kim olduğunu bile bilemezsin.”

Cate bana, bunun savaşın suçu olduğunu söyledi.

“Bu savaş hep oldu,” dedim. “Günün birinde hepimiz yapayalnız kalırız. Hem bu o kadar da kötü sayılmaz.” Beni şöyle tepeden tırnağa süzdü.

“Arada bir yeniden biri çıkıverir karşına.”

“Peki senin istediğin ne? Sen hiçbir şey yapmamak ve yalnız kalmak istiyorsun.”

“Evet,” dedim ona, “yalnız kalmak hoşuma gidiyor.”

O zaman Cate bana kendinden söz etti. Çalıştığını, işçilik, otel hizmetçiliği, kâhyalık yaptığını anlattı. Şimdiyse her gün hastaneye gidip yardım ediyordu. Geçen yıl Nizza Sokağı’ndaki eski ev yıkılmış ve herkes ölmüştü.

“O akşam,” diye sordum, “alınmış miydin Cate?”

Bana şaşkın, yarım bir gülümsemeyle baktı. Ben inatla sordum: “Söyle bakalım: Evli misin, değil misin?”

Başını yavaşça salladı.

‘Benden daha alçakları da varmış,’ diye düşündüm hemen ve “Çocuk, senin oğlun mu?” diye sordum.

“Olsa ne olacak?” dedi.

“Utanıyor musun?”

Bir zamanlar yaptığı gibi omuzlarını silkti. Gülecek sandım, oysa kırık bir sesle, yavaşça: “Corrado, boş verelim bunu. Canım istemiyor. Sana hâlâ Corrado diyebilir miyim?”

O anda sakinleştim. Anladım ki Cate beni baştan çıkartmaya çalışmıyordu, artık kendine ait bir hayatı vardı ve bu hayat ona yetiyordu. Ona karşı kaba davranacağımdan, onu aşağılayacağımdan, ona bağıracağımdan korkmuştu. “Aptalsın,” dedim ona. “Bana ne istersen diyebilirsin.” Belbo elimin altına geldi, onu ensesinden tuttum.

O anda karanlık evden konuşarak, tartışarak çıktı herkes.

V

Haziran bitti, okullar kapandı, artık bütün zamanımı tepede geçiriyordum. Güneşin altında ormanlık arazide yürüyüşler yapıyordum. Le Fontane’nin arkasındaki toprak, tarla ve bağ olarak ekilmişti; sık sık oraya gidiyor, gölgeleri kollayıp, fen öğrencisi olduğum günlerdeki gibi bitkiler ve mantarlar topluyordum. Evler ve bahçelerdense, işlenmemiş çayırları ve sınırlarındaki yabanıl doğayı yeğliyordum. Le Fontane en uygun yerdi, tam orada ormanlar başlıyordu. Cate’yi başka seferler de gördüm, sabahları akşamları, kendimizden hiç söz etmedik; Fonso ile tanıştım, ötekileri de yakından tanıdım.

Fonso ile şakadan tartışıyordum. Genç bir delikanlıydı, on sekizinde bile değildi. “Bu savaşa,” diyordum ona, “hepimiz gideceğiz. Seni yirmi yaşında çağıracaklar, beni kırk. Sicilya’ya gitsek nasıl olur sence?”

Fonso bir atölyede getir götür işi yapıyordu, her akşam annesi ve kız kardeşleri ile geliyordu, sabah apar topar bisikletine biniyor, gidiyordu. Alaycı, komik bir çocuktu, bir anda parlayıverirdi.

“Söz,” diyordu; “beni silah altına alırlarsa, bütün bölgeyi havaya uçururum.”

“Sen de uçarsın. Eğer savaş seni de yakarsa. Uyanmak için hep yanmayı bekliyoruz.”

“Her savaşa giden uyansa,” diyordu Fonso, “çok güzel olurdu.”

Geçen yıl, akşam okulundayken Fonso istatistiğe, gazetelere, bilgiye merak sarmıştı. Torino’da da gözlerini

açan bazı iş arkadaşları olduğu belliydi.