Bizimkiler ertesi gün meyve bahçesinde orak demiri gibi ağır ve keskin bir kurşun bulmuşlardı. Beni çağırıp gösterdiler. Ortalarda görünmemem için yalvardılar. Onlara her yerde tehlike olduğunu söyledim.

Fontane’ye gündüz gitmek bana bir serüven tadı veriyordu. Kırın içinden geçip bir zamanlar asfalt olan ıssız yola çıkıyordum. Zirveye iki adım uzaklıkta ve ormanların ortasındaydım. Aklıma bir yıl öncesine kadar buralarda gezinen otomobiller, bisikletliler, yolcular geliyordu. Şimdi bir yayaya bile ender rastlanıyordu.

Bahçede oyalanıp ya bir meyve yiyor, ya bir yudum bir şey içiyordum. Yaşlı kadın bana kahve, su ve şeker sunardı. Para ödeyebilmek için şarap ısmarlardım. O saatte oraya ne Cate için ne bir başkası için gidiyordum. Cate oradaysa onun iş görmesini seyrediyor, Torino’da neler konuşulduğunu soruyordum. Gerçekte orada oyalanmamın nedeni, kendimi ormanın kenarında hissetmek, oradan zirveye bakmak arzumdu. Vahşi ve durağan temmuz güneşinde, tanıdık masalar, tanıdık yüzler, o ortaklaşa zaman öldürme duygusu, yüreğimi ısıtıyordu. Cate, bir kez pencereden sarkarak “Ha sensin!” dedi ve inmedi bile.

Oradan hiç eksik olmayan, ya bahçede, ya evin arkasında oynayan biri varsa o da Dino’ydu. Şimdi okullar biteli, nineye emanet edilmişti, kadıncağız onu bırakıyordu, gezinsin; sonra yüzünü bir bez parçası ile temizliyor, kahvaltı etmeye çağırıyordu. Dino o geceki gibi beyaz ve solgun bir çocuk değildi artık. Şimdi koşuyor, taş atıyor, pabuçlarını paralıyordu. Zayıf ve haylazdı, neden bilmem, beni hüzünlendiriyordu. Ona bakarken bir zamanların mutsuz Cate’sini, onun deneyimsiz bedenini, o günlerin utancını düşünüyordum. Anna Maria ile geçirdiğim yıl olmuş olmalıydı bunlar. Yalnız ve korkak Cate kendini koruyamamış olmalıydı, kim bilir nasıl düşmüştü, bir dans dönüşü mü, kırda mı? Sevmediği biri miydi, bir zavallının teki miydi, yoksa yakışıklı biri miydi? Ya da belki bir aşk yaşamıştı, sıcak bir tutku onu değiştirivermişti. Acaba bana anlatır mıydı? O gece istasyonda ayrılmasaydık, kim bilir belki de bu çocuk doğmayabilirdi.

Dino’nun saçları gözüne giriyordu, yamalı bir kazağı vardı. Benim karşımda okulu ve renkli defterleri ile övünürdü. Ona, onun kadar değişik dersler okumadığımı ama benim de çocukken çok resim çizdiğimi, taşların, fındıkların, ender otların resmini yaptığımı anlattım. Ona da bir-iki desen çizdim.

Aynı gün benimle tepeye gelip ot topladı. Mine çiçeklerini keşfedince çok mutlu oldu. Ertesi gün büyüteç getirmeye söz verdim, hemen merceğin ne kadar büyüteceğini merak etti.

“Bu menekşe renkli tanecikler,” diye açıkladım, “güller, karanfiller kadar büyürler.” Dino eve kadar peşime takıldı, villaya gelip büyüteci almak istiyordu. Hiç utanmadan, kendinden emin, yaşıtıyla konuşur gibi rahattı. Bana siz diyordu.

“Bak,” dedim ona, “bana sen diyebilirsin.