Pek yakında yalnızlık da, ormanlar da bambaşka bir tat kazanacaktı. Ağaçlar arasına şöyle bir göz atmamla, bunu anlamam zor olmadı. Her şeyi bilebilmek, gazeteleri okumuş olmak isterdim, o zaman ağaçların arasına dalıp uzaklaşabilir, yeni gökyüzünü seyredebilirdim.

Bir çığlık ve çağrı korosuyla Fonso, Nando ve kızlar demir kapıya yanaştılar. “Yapılacak işimiz var,” diye bağırıyordu Nando. “Faşistler direniyorlar. Bizimle Torino’ ya gelin.”

“Savaş sürüyor,” diyordu Fonso. “Dün gece bekledik sizi.”

“Piknik yapmaya gider gibi bir haliniz var,” diye yanıtladım onu. Böyle şakalaşıyorduk. Kızlar, “Haydi gidelim,” dediler.

“Öldürmeye. Onları vazgeçirmeye,” diye bağırıyordu Fonso. “Bize gereksinme var.”

Gittiler. Gece ortalığı yatıştırıp döneceklerini söylediler. Ben yukarıda kaldım. Serseri bir kurşundan korktuğumdan değil (alarm daha beterdi), ama aşağıda gürültülü yürüyüşler, gürültülü tartışmalar, heyecanlı gösteriler olacağını tahmin ediyordum. Egle haberi ve söylentileri aktarmak için başka bir villaya gidiyordu, ona eşlik etmemi istedi. Ağaçlar arasında dar bir yoldan geçtik, yalnızca kuşların ve kıyının hüküm sürdüğü, koyun arkasına gizlenmiş bir dünyaya vardık.

“Hapisaneleri işgal etmişler”, “Kuşatma olmuş”, “Bütün faşistler gizleniyorlarmış.”

Torino iki adımdaydı, ama çok uzaktı. “Belki de yarın bu ormanlarda kaçak bir önderle karşılaşabiliriz,” dedim.

“Ne korkunç,” dedi Egle.

“Kurtlar ve karıncalar tarafından yenmiş olarak hem de.”

“Bunu hak ettiler,” dedi Egle.

“Onlar olmasaydı,” dedim, “yıllarca bu tepelerde huzurlu yaşayamazdık.”

Aradığımız yere gelmiştik, Egle arkadaşına sesleniyordu. Ben ayrılmam gerektiğini söyledim. Egle inatçı bir tutumla yüzünü buruşturdu.

“Bayan Elvira,” diye kestim sözünü, “ormanlarda dolaşmamızı pek onaylamıyor.”

Gözlerini kocaman açarak baktı bana. Bir kadın gibi bana elini uzattı ve kahkahalarla gülmeye başladı.

“Fesat seni!” dedi.

Arkadaşı pencereye çıktı, saçları örgülü bir kızdı. Ben uzaklaşırken onların neşeli seslerini işitiyordum.

Çoktan Le Fontane’nin yolunu tutmuştum. Bu kez yalnız olduğumu fark ettim. ‘Belbo da kente kaçmış.’ Meyhanenin sessiz, Dino’nun kırda, iki kadının da mutfakta olacağını tahmin ediyordum.

‘Savaş bittiğine göre, belki de Cate bana gerçeği söyler,’ diye düşündüm tırmanırken.

Yukarıya varmama gerek kalmadı. Cate güneş ışığında rengârenk giyinmiş hoplaya zıplaya iniyordu.

“Ne kadar gençsin,” dedim ona.

“Mutluyum,” dedi ve dans edercesine, hiç durmadan koluma yapıştı. “Öyle mutluyum ki! Torino’ya gelmiyor musun?”

Durdu ve kabaca, “Sen de bir şeyden anlamazsın. Tanrı bilir bu gece uyumuşsundur. Kimse görmedi seni.” “Her şeyi biliyorum,” dedim. “Ben de senin kadar mutluyum. Ama biliyor musun ki savaş hâlâ sürüyor! Asıl karışıklık şimdi başlayacak.”

“Ne olmuş yani?” dedi. “Hiç olmazsa şimdi biraz soluk alıyoruz.