Bir şeyler yapacağız tabii.”
Tartışarak birlikte indik. Dino’dan söz açmama izin vermedi. “Şimdi uyum gösterme zamanıdır,” diyordu, birlikte bağıracak, grev yapacak, sesimizi duyuracaktık. Bugünlerde bir saldırı olmayacağına göre, bundan yararlanıp hükümetin huzurunu kaçırmalıydık. Bu hükümetin ne olduğundan haberi vardı; “Hep aynı,” diyordu. “Ama bu kez korkuyorlar, kurtulmaya çalışıyorlar. Onları biraz itelemek gerekli.”
“Ya Almanlar?” dedim. “Ya ötekiler?”
“Sen demiştin ya, uyanmalı ve biraz temizlik yapmalıyız...”
“Cate, ne kadar meraklısın,” dedim bir anda, “devrimci oldun çıktın sen de.”
Bana, aptal dedi ve tramvaya geldik. Dino’dan söz edemiyordum bir türlü. Bu kadar çok politika konuşmak tuhaftı gerçi, ama tramvayda herkes sesini alçaltıyordu. Kemerlerin sütunlarında, duvarlarda ilanlar asılıydı.
Halk duraksıyordu. Barış kokan, şenlikli sokaklarda şaşkın şaşkın yürüyordu. İnsanlar karıncalar gibi kaynaşıyorlar, sanki büyük bir hava hücumu olmuş gibi çırpınıyorlardı.
Cate hastaneye koşuyordu, onunla ayrıldık. Bana bu akşam, ne onun ne öteki çocukların belki eve dönmeyeceklerini söyledi.
“Ya Dino, yalnız mı kalacak?”
“Dino, Fonso ve ötekilerle birlikte. Bu akşam onlarla beraberiz.”
Buna bozuldum. Demir kapıda şakalaşırken Dino benimle konuşmamıştı bile, neredeyse saklanmıştı. Cate bana, “Nerede yiyeceksin?” diye sordu.
Yalnız kalınca, Torino’da gezindim. Gerçekten de yangınların izi gözüküyordu. Dehşetli bir şeyler olduğu belliydi. Bir depremdi sanki, yalnızca eski yıkıntı evler, yollara yayılmış döküntüler ve kendini koruyabilmiş yapılar, bir tiyatro dekoru gibi duruyorlardı. Ne düşünseniz, ne söyleseniz bu durumda komik bir şekilde yersiz kaçacaktı. Çocuklardan oluşan bir çete, ipin ucuna bağladıkları teneke bir armayı çekiyorlardı. Güneş altında bağırışıyorlardı, arma da bir tencere gibi ses tıngırdıyordu. Dino’nun da bunlar gibi bir çocuk olduğunu düşündüm, daha dün savaş yapmayı hayal ediyordu.
Faşist Evi’nin önünde, işgal kuvvetlerine ait bir askeri kordon bekliyordu. Başlarında kask, ellerinde tüfek vardı, isli kâğıtlarla örtülmüş yollan, kırık pencereleri, boş kapıyı koruyorlardı. Gelen geçen onlardan uzak durmaya özen gösteriyordu. Ama askerler sıkılıyor ve aralarında gülüşüyorlardı.
Bir köşede aniden Egle’nin ağabeyine rastladım. Üniforma giymişti, kuşakları, kemeri yerli yerindeydi, gücenik bir ifadeyle yolu gözlüyordu.
“O, Giorgi,” dedim, “izin bitti mi?”
“Böyle olmamalıydı,” dedi. “Her şeyin sonu bu.”
“Orduda neler söyleniyor?”
“Hiçbir şey. Bekleniyor.
1 comment