Kimsenin bize saldırmaya cesareti yok. Hepsi bir korkaklar sürüsü.”

“Kim saldıracak size?”

Giorgi, alıngan ve şaşkın baktı bana.

“Hepsi kaçıyor, hepsi korkuyorlar,” dedi, “ve öç almak için de yirmi yıl bekledik. Üniformamı, faşist savaşın üniformasını giydim üzerime ve hiç kimse bunu yırtıp çıkarmaya cesaret edemiyor. O kadar az sayıdayız ki. Bu aşağılıklar, azıcık olduğumuzu bile bilmiyorlar.”

Bunun üzerine onun amirinin kral olduğunu ve bu darbenin kraldan geldiğini söyledim. Buna uymak zorundaydı.

Gülümsedi, o iğrenme ifadesiyle, “Siz de, henüz başlangıçta olduğumuzu anlamıyor musunuz? Kendimizi korumamız gerektiğini bilmiyor musunuz?”

Ağzı sımsıkı kapalı, yürüdü gitti. Arkasından bakarken kalabalıkta kayboldu. Onun gibi düşünen çok muydu? Kendi kendime, acaba bütün Giorgiler, savaşan bütün güzel delikanlılar bizi böyle yargılıyorlar mıdır, diye sordum.

‘Kaybetmiş olabiliriz ama daha bitmedi,’ diye homurdandım kendi kendime, daha ölecek olanlar var. İnsan yüzlerine bakıyordum, evlere bakıyordum. ‘Yaz bitmeden acaba kaçımız toprağa girmiş olacağız? Duvarlara daha ne kadar kan sıçrayacak?’ Yüzlere, gözlerin ta içlerine, gidip gelenlere o sakin karışıklığa bakıyordum. ‘Belki şu sarışının, belki şu tramvaycının sırası gelmiştir. Ya şu kadının, şu gazetecinin veya şu köpeğin zamanı dolduysa?’

Sonunda Fonso’nun işyerinin bulunduğu Dora’ya geldiğimi fark ettim. Köprüden sonraki ağaçlı yollarda gezindim; tepe sağ tarafımda aydınlık ve ulu bir şekilde yükseliyordu. Burası kocaman halk tipi apartmanların, kırların, yıkık duvarların, buraların tarla olduğu zamanları anımsatan ev kalıntılarının bulunduğu bir yerdi. Gökyüzü daha sıcak ve açıktı; halk -kadınlar, çocuklar-kaldırımlar, otlar ve dükkânlar arasında kaynaşıyordu. Duvarlardaki yazıların gecenin cüretli heyecanıyla yazıldığı belliydi.

Fonso’nun çalıştığı yerden -demir bir kapı ve çayırın dibinde bir baraka- makinelerin gıcırtısı ve gümbürtüsü geliyordu. ‘Demek ki çalışıyorlar,’ dedim kendi kendime, ‘değişen hiçbir şey yok.’ Fazlasıyla acı çekilen, umutlar yeşertilen bu sokaklarda, bizim çocukluk günlerimizde çok kan dökülmüştü, şimdiyse günler daha sakin geçiyordu. İşçiler, ezilenler, dünkü gibi, her zamanki gibi çalışıyorlardı. Kimbilir, belki de her şey bitti sanıyorlardı.

Oyalanırken Cate’yi düşünüyordum; beni şu-durumda yakalayan, yaşamın mantığını anlamaya çalışıyordum. Bu engellerle dolu yaşamın acımasızlığına karşı Gallo ile birlikte alaycı ve şiddet dolu bir tutumu paylaşmıştık, sonra da o yararsız öfkemle kendimi Anna Maria’ nın evinin salonuna atmıştım, ama artık elimde utanç ve gizli bir yüz kızarıklığından başka bir şey kalmamıştı. Bütün bu serüven öylesine boşuna yaşanmıştı ki, şimdi, “Aferin, kaçıp kurtuldun,” diyecek kadar küçülmüştüm.

Ama gerçekten kurtulmuş muydum? Şimdi savaşın sonucu vardı, Dino vardı. Yakın gelecekteki günlerin tehditleri ile yaşlı dünyamız sallantıdaydı, benimse bütün yaşamım bu dünya, terör, kin ve nefret üzerine kuruluydu.

Kırk yaşındaydım ve Cate vardı, Dino vardı. Gerçekte kimin çocuğu olduğunun hiç önemi yoktu: Önemli olan bir zamanlar yaptığım o kabalıktan sonra bu yaz yeniden birbirimizi bulmuş olmamızdı. Cate artık kim ve ne için yaşadığını bilmeliydi, Cate’nin bir amacı, ayakta kalma arzusu olmalıydı, bütünüyle kendine ait ve dolu dolu bir varlık amacı taşımalıydı. Bu kez de kaba ve zevzek biri olmayacaktım, zaten yolunu yitirmiş ve rezil olmuş bir adam olarak çevresinde dolaşmaktaydım.

Derken fabrikanın bahçesinde bir hareket başladı. Benim gibi bekleyenler vardı, gruplar oluşmaktaydı, binleri -sağlıklı erkekler, kızlar, ceketlerini omuzlarına atmış delikanlılar- çıkıyorlardı. Birbirlerine sesleniyorlar, yüksek sesle konuşuyorlardı. Adamlarımı tanıdım. Kentteki o kargaşa ve şenliğin ortasında egemen olan ağzı sıkılık, suskunluk, burada serbestliğe, açık yürekli ve sıcak bir coşkuya dönüşmüştü. Buraya bir göz atıp ıslık çalarak uzaklaşan yalnız insanların yürüyüşünde bile bir cesaret vardı.