İnsan yalnız doğar, yalnız ölür...” “Birazcık sevgi yeterdi,” diye mırıldandı o otoriter ses tonuyla.
IX
Günlerce Torino’ya inmedim, gazetelerle, dinlenme ve konuşabilme özgürlüğünün tadıyla yetiniyordum. Her bir yandan sesler, dedikodular, umutlar doğuyordu. Yukarıdaki villalarda kimse bir şeyi düşünmüyordu: Yaşlı dünyayı ezen, düşmanlar değildi, o kendi kendini öldürmüştü. Ama gerçekten, ortadan kaybolmak için kendini öldüren var mıydı acaba?
O gecenin ertesi sabahı Elvira sakinleşmişti bile; beni çok iyi tanıyordu. Yalnız beni görünce kızarıyordu. Annesi bizi barıştırmaya çalıştı. Öylesine sevimsiz bir ses tonuyla, “Bir bu eksikti,” dedim ki, o da vazgeçti. Elvira da yas tutan bir dul gibi heykele döndü. Sonra bana sadık köpek, sabırlı abla, kurban bakışlarını denedi. Zavallı, yalan söylemiyordu hiç olmazsa; acı çektiği belliydi. Ama elimden ne gelirdi ki? O çiçekleriyle alay ettiğim için pişman olduğumu söyledim. Bu onu birazcık mutlu etti.
O, gece evin için de dolaşırken, ben bütün radyoları dinlemeye çalışıyordum. Savaşın amaçsızca sürdüğü açıkça ortadaydı. Hava akınları bitmişti, müttefik ülkeler yeni akımların bildirilerini yayınlıyorlardı. Bir kapıyı açıyordum. Elvira arkasından çıkıveriyordu ve kabaca bana dünya haberlerini soruyordu. Benimle konuşmak için tek bahanesi buydu, sırf bu nedenle savaşın asla bitmemesini isteyebilirdi. O gün fark etmişti ki, olayları değiştirmeye kalktıkça beni elinden kaçırıyordu.
Gündüzleri beni tek rahatlatan Le Fontane’ye gitmekti, yani Cate ve Dino’yu görmek. Bahçeye varmama bile gerek yoktu. O bildik patikaya çıkmam yetiyordu, biliyordum ki Dino oradaydı. Bazen Belbo’yu kulübesinde tutmayı başarabiliyordum, onlar beni görmediği zaman çalıların ardından gözlüyordum. O yaşlı meyhaneci çiklet çiğneyerek damacanaları çalkalardı. Kısa boylu, tıknaz adam, mahzene girer, çıkar, durur yerden bir çivi alır, ızgarayı inceler, duvarın üzerindeki asmayı düzeltirdi. Onu seyrederken savaşın varlığına asla inanamazdınız, hiçbir şey yerdeki çividen, o duvardan, tarlalardan daha önemli olamazdı. Adı Gregorio idi. Cate’nin ninesi ise öğleden sonraları bir saksağan gibi yükseltirdi sesini, Dino’ya, komşulara, dünyaya kızar söylenirdi. Fonso ve Nando’nun geceleri kızlarla Torino’da geçirdikleri zamanlarda ortalarda bir tek görünen oydu. Akşam Cate döndüğünde ninesini bahçede bulurdu. Burası terk edilmiş, yaşam olmayan bir yer gibiydi, sanki ormanın bir parçasıydı. Ve bir ormana yapılabildiği gibi yalnızca yalnızca bakılır, seyredilirdi orası; burayı yaşamak veya derinlemesine sahiplenmek olanaksızdı.
Dino’ya hâlâ resim yapıp yapmadığını sorduğumda, omuzlarını silkiyor, biraz sonra defterini getiriyordu bana.
1 comment