Bu da doğru bir yazgıydı. O çocuk başka ne yapabilirdi ki? Onun gibisi pek çoktu, savaşa inanmıyorlardı, ama savaş onların alın yazısıydı. Her yanda savaş vardı ve hiç kimse onlara başka bir şey öğretmemişti. Giorgi suskun bir adamdı. Yalnızca, “Benim görevim yukarıda,” demiş ve yeniden savaşmaya başlamıştı. Karşı koymuyordu, anlamaya çalışmıyordu.

Karşı koyan ve de anlamayan biri varsa o da anası-babasıydı. Her sabah süt, yumurta ve dedikodu peşinde bizim dış kapıya uğrayan Egle’den öğrenmiştim bunu da. Durur, ya ihtiyarla, ya Elvira’yla konuşurdu, seslerinin, fısıltılarının içinden, Giorgilerin salonunun, o tanıdık dünyanın, kudretli sanayici babanın yazıhanesinin yankısını işitiyordum.

Savaş nasıl gidiyordu? Eskisinden beter. Devrilmelerine izin vermekle faşistler ne yapmışlardı? Büyük, cömert bir karardı bu, ülkede uyumu sağlamak için kendilerini kurban etmeye razı olmuşlardı. Peki, ya ülke buna nasıl yanıt veriyordu? Grevler, ihanetler, adam kaçırmalarla karşılık veriyordu. Devam etsinler bakalım. Bizi düşünenler vardır nasılsa. Her şey sanılandan daha çabuk yoluna girecektir.

Elvira’nın annesi böyle homurdanıyordu, her şeyi gören, herkesin her şeyini bilen Egle, böyle konuşuyordu. “Bizler,” diyordu ve bizler onun babası, onların salonu, onların villası demekti. “Kim bu savaşta bizden daha çok sıkıntı çekti? Torino’da ki evimiz zarar gördü. Yalnızca kapıcı orada kaldı. Bize de burada yaşamak düştü. Ağabeyim savaşa geri döndü. İki yıldır canını tehlikeye atarak savaşıyor. Neden hâlâ bu bölücüler bizimle uğraşıyorlar ki?”

“Hangi bölücüler?”

“Herkes. İnsanlar hâlâ anlamıyor neden savaştığımızı. Haydutlar. Siz de tanıyorsunuz onları.”

Bunu söylerken her zaman yaptığı gibi başını hafif eğdi ve göz kırptı.

“Ben haydutları tanımam,” diye kestim sözünü, “ben çalışan insanlar tanıyorum.”

“İşte bak kızıyorsunuz,” dedi bana eğlenerek bakarken.

“Sizin meyhaneye gittiğinizi, orada kimlerle buluştuğunuzu biliyoruz.”

“Saçmalama,” dedim onu susturarak, “haydutlar da kim oluyormuş?”

Egle sustu, utanarak gözlerini yere eğdi. “Haydutlardan,” dedim ona, “yalnızca bizi savaşa sokup hâlâ da uftıut besleyenleri tanıyorum.”

Soluk almakta güçlük çeker gibiydi. Bana kötü gözlerle bakarken, sanki suçüstü yakalanmış ve vahşileşmiş bir öğrenci gibiydi.

“Ağabeyinin bir ilgisi yok,” dedim ona. “Ağabeyin kandırıldı, başkalarının cezasını ödüyor. Ama hiç olmazsa cesur. Ötekilerde cesaret de yok.”

“Siz de çok cesursunuz,” dedi Egle öfkeyle. Birbirimizden ayrıldık. Ama meyhane hikâyesi daha yeni başlıyordu.