“Kim söylüyor bunu?” Oralardan gelenler.

“Doğru olsa, trenler gitmezdi,” dedim.

“Almanları tanımıyorsunuz siz.”

“Peki ya Torino?”

“Gelecekler,” dedi bir başkası, “onun da sırası gelecek. Her şeyi düzeniyle yapıyorlar. Yararsız kargaşa istemiyorlar. Katliamları da yavaş yavaş yapıyorlar.”

“Peki hiç kimse karşı koymuyor mu?” dedim.

Kapının önünde sesler ve hareketler arttı. Dışan çıktık. İki gençten biri, bir sehpanın üzerine çıkmış halka nutuk çekiyordu, dinleyenlerse onunla alay ediyorlardı. İki kişi bir sütunun dibinde dövüşüyordu, bir kadın da anlamsız sözlerle araya girmeye çabalıyordu.

“Bu utanç hükümeti,” diye bağırıyordu konuşmacı, “ihanet ve beceriksizlik hükümeti, sizden memleketin katlini istiyor.” Sehpa sallanıyordu; dinleyenler saldırganca laf atıyorlardı.

Almanlara, “Satılmışsınız siz,” diye bağırıyorlardı.

Yaşlılar, hizmetçi kızlar, çocuklar, bir de asker vardı ortalıkta. Tono’yu ve onun burada ne diyebileceğini düşündüm. Ben de konuşmacıya bir şeyler bağırdım, o anda kalabalık dalgalandı ve dağıldı. Birileri hâlâ bağırıyordu: “Ya dağılın ya da sizi öldüreceğim!” Derken giriş kapısının önünde iki el silah atıldı; insanlar yere yattı, ortalık boşaldı; camlar şangırtıyla kırıldı ve uzakta, alanın ortasında hâlâ o iki delikanlının dövüştüğünü, kadının onlara saldırdığını görüyordum.

O iki patlama uzun süre beynimde yankılandı. Kendimi ele vermemek için oradan uzaklaştım, ama şimdi insanların neden konuşmadıklarını, düşüncelerini neden gizlediklerini anlamıştım. Okuluma gittim, sokaklar boş ve sakindi. Bililerini bulmayı, tanıdık yüzlerle karşılaşmayı umut ediyordum. ‘Bir ay sonra sınavlar başlar,’ diye düşünüyordum. Yaşlı Domenico kapıdan başını uzattı.

“Ne haber Öğretmen Bey? Bize barış mı getirdiniz?” “Barış bir kuştur. Geldi ve yeniden uçup gitti.” Domenico başını salladı. Elini gazetesine vuruyordu.

“Bazı şeyleri söylemek yetmiyor.”

Almanlar hakkında hiçbir şey duymamıştı.

“Onlar işini bilir,” dedi hemen, “bilirler. Ah hocam, öteki varken ne günler yaşadık değil mi?” Başını eğdi ve sesini alçattı: “Neler söylediklerini duydunuz mu? O geri gelmeli diyorlar.”

Bedenime batan bu yeni dikenle uzaklaştım oradan. Cate ile aramızda bir anlaşma oluşmuştu, her gün tramvaydan iniyor, Torino’ya inmiş miyim diye çevresine bakmıyordu.

Köşede durup beklemeye koyuldum. Saati geçti ama o gelmedi. Bu arada başka konuşmalar çalındı kulağıma: Almanların kentleri işgal edip bizimkilerin silahlarına el koydukları söylentisi yayılmıştı.

“Peki bizimkiler direniyor muymuş?” “Kimbilir? Novi’de yeni bir çarpışma olmuş.” “Demek öyle. Şimdi Settimo’ya varmışlar. Zırhlı birlikler ilerliyorlarmış.”

“Ya bizim kumandan ne yapıyor?”

Bitişikte bir kahve, radyosunu açtı, pek çok cızırtıdan sonra bir dans müziği başladı. Bir grup insan toplaştı. “Londra’yı aç,” diye bağırıştı. Derken Londra Radyosu Fransızca yayını başladı; sonra başka cızırtılar duyuldu. Tunus’tan İtalyanca bir ses işitildi. Heyecanla bir bülten okudu; her zamanki haberlerdi. Rusların ilerlemesi, Salerno’ya çıkartma, şu anda yürütülmekte olan operasyon. “Roma’da ne diyorlar?” diye bağırdık.