Yollar ve tarlalar kaçaklarla doluydu; askercikler yağmurluklar, yırtık pırtık giysiler, ceketlerle kentten ve Almanlarla, yeni ekiplerin öfkeyle doldurdukları kışlalarından kaçıyorlardı. Torino hiçbir çarpışma olmadan işgal edilmişti, sanki sellerin bir köyü basması, kaplaması gibi oluvermişti bu; iri kemikli, kertenkele yeşili Almanlar istasyonlara, kışlalara yerleşmişlerdi; insanlar hiçbir şeyin olmamasına, değişmemesine şaşarak gidip geliyorlardı, çatışma yoktu, sokaklarda kan yoktu: Yalnızca durup dinlenmeden, sessizce, yeraltından nehirler gibi akıp giden firariler, sürüler halinde ana sokakları, kiliseleri, trenleri dolduruyorlardı. Başka tuhaf şeyler de olmaktaydı. Bunları Cate’den, Dino’dan, onların fısıldaşmalarından, anlamlı göz kırpmalarından çıkartıyordum.
Fonso ve ötekiler silah karaborsacılığı yapıyorlar, depoları, gizli köşeleri talan ediyorlardı. Fontane’ye de bir şeyler sakladılar. Varoşlarda, kaçak askerler için pencerelerden sivil giysiler yağıyordu. Peki Almanlardan kaçanlar nereye gidiyordu? Elbette, kimi evine ulaşabiliyordu; ama ötekiler, evlerinden çok uzakta olanlar, Calabrialılar, SicilyalIlar, savaşın bitip tükettiği bu gençler, gecelerini, gündüzlerini nerede geçiriyorlardı, nerede yiyecek buluyorlardı? “Savaş burada hemen bitmezse,” dedim Egle ve Elvira’ya, “hepimiz haydut olup çıkacağız.” Bunu onlara hareketlendirmek için söylemiştim. Ve şöyle ekledim: “Kentsoyluların, Almanlarla işbirliği yapan generallerin evinde yaşayanların rahatı yerinde,” ama sonra Cate ile konuşurken, o bana kesmemi söyledi. Hep sokakta olan Dino’dan öğrendiğime göre Fontane’ye girip çıkan çok oluyordu. Bazılarına ben de rastladım, belli saatlerde; sakallı, üstü başı perişan, aç gençlerdi bunlar. Burada daima ya Giulia, ya Nando’nun karısı bulunuyordu, kaçaklar da anlatıyorlar, gizlice dertleşiyorlar, ekmek yiyorlardı.
Dino, yalnızca ‘ciao’ demeyi bilen savaş esiri bir İngiliz’in bile buraya uğradığına yemin ediyordu. Artık alıştığımız bu kargaşa, bu sessiz tartışmalar ve yıkılmalar, sanki bir tür rahatlama, radyo ve gazetelerden yağan dayanılması çok zor kötü haberlere bir tür dayanma şekli olmuştu.
Savaş uzakta kurallı ama yararsız bir şekilde gümbürdüyordu. Şimdi daha da uzmanlaşmış ve daha da kanlanmış olan Almanların eline düşmüştük, artık kurtuluşumuz olanaksızdı. Dünün neşeli efendileri bugün vahşileşmişlerdi, canlarını ve son umutlarını koruyorlardı yalnızca. Bizim içinse kaçış yalnızca kargaşada, her bir yasanın çöküşündeydi. El konulmak ve etiketlenmek ölümdü. Banş, herhangi bir barış, hani o yazın çok yakınımızda olduğunu sandığımız barış, şimdi bir şaka gibi geliyordu. Bu yazgımıza en sonuna dek katlanmak zorundaydık. O gece akınları nasıl da uzak görünüyordu. Şimdi başlamakta olan ise, o yangınlardan ve gece yıkımlarından daha kötü bir şeydi.
Yolumun üstünde olduğundan pek sık uğradığım Pino’nun meyhanesinde konuşulanlardan çıkarmıştım bunu. Almanlar ya da faşistler görülmüş mü diye kulak kabartıyordum. Orada bir sabah rastladığım ve hâlâ botları ve sargıları üzerinde olan asker, çıplak bedenine bir pardösü giymişti. Toscanalı bir delikanlıydı. Gözlerinin ta içi gülüyordu. Benim gibi orada bulunan herkesle konuşuyor, çene çalıyor, Fransa’dan nasıl o gün yürüyerek kaçtığını anlatıyor, arkadaşlarının adını sayıyor, gülüyor, Valdarno’ya varmayı umut ediyordu. Bizden ne yiyecek ne içecek istedi. Yüzü solgundu, sakalı birkaç günlüktü, ama tezgâhta çalışan kızı gözüne kestirmişti bile, bakışıp duruyorlardı.
“Vadinin altını tutmuş o piçler,” diyordu, “asla çıplak topraktan geçemezsin. Hemen ateş ediyorlar. Pek çok köyün yandığını gördüm.”
“Sanki yukarıda, dağda savaş olmadı mı?” diyordu başka bir adam.
“Ne savaşı yahu! Misilleme derler ona,” dedi bir başkası. “Bir köy tek asker saklarsa Almanlar orayı ateşe veriyor.”
“Bir gece, bir köprünün üzerinde...” diye anlatıyordu Toscanalı ve kıza bakıyordu.
Hepimiz suspus olmuş, dinliyorduk.
1 comment