Toscanalı eğlenerek, bir çiklet istedi. Derken başka öyküler peşi sıra anlatıldı. Başka serüvenler yaşayanlar, huzurlu köylüler de söze karıştılar. Soğuk, inanılmayacak öykülerdi: Bir erkeği tutuklamak için yakalanan kadınlar, çocuklar, dayak yerken kendini merdivenlerden atanlar, yakılan ekinler, soygunlar, çikleti dudaklarına yapışmış durumda alanlara atılmış cesetler...
“Savaş bundan iyiydi,” diyorlardı, “ama hepimiz biliyorduk, savaş buydu işte.”
“Umarım zaman iyi şeylere gebedir,” dedi Toscanalı.
Sık sık kendimi o aşina sokaklara atıp yalnız başıma yürüyordum. Fontane’den Dino’dan, Cate’den ve onun konuşmalarından uzak kalmak istiyordum; ama şimdi artık nasırlaşmış olan tartışmalar ve acılar, o zaman her bir yandan fışkırmaktaydı, bir inanılmazlık heyecanı, bir umut kırıntısı, hâlâ yasal sayılan bir bencillik buna yol açıyordu. O günlerin bile bir rüya gibi geldiği ve kurtulmanın bir anlamı kalmadığı şu anda, her karşılaşmanın ta derinlerinde, her yeniden uyanışta umutsuz bir huzur, bir gün daha, bir saat daha canlı kalmanın şaşkınlığı var ve bu da insanı neşelendiriyor. Artık ne kendimize, ne başkalarına fazla itibar göstermeye gerek yok. Kayıtsız bir şekilde dinliyoruz birbirimizi, o kadar.
İstemeden de olsa şafakla uyanıyor ve radyoya koşuyordum. Elvira ve annesi ile bundan hiç söz etmiyordum. Gazeteye göz gezdiriyordum. Her haber, beklenen sonu, aylar sonrasına uzaklaştırıyordu. Vadinin dibindeki Torino beni korkutuyordu. Artık yangınlar ve yıkımlar bile, -pek olmuyordu bu-bizi korkutamıyordu. Savaş aramıza inmişti, evlerin içine, sokaklara, hapisanelere. Tono’yu, onun o eğik koca başını düşünüyor ve ona ne olduğunu sormaya cesaret edemiyordum.
Elvira ve annesi bana tam bir anne gibi davranıyorlardı. Kimi zaman kızıyorlar, kimi zaman alttan alıyorlardı. O evde bir huzur, bir sığmak, çocukluğa ait bir sıcaklık vardı. Bazı sabahlar pencereden ağaçların tepelerine bakarken bu ayrıcalığımın daha ne kadar süreceğini sorardım kendi kendime.
Bembeyaz perdeler, ta derinlerdeki yapraklara, ormanın ortasındaki çayırın ufuktaki görüntüsüne açılıyordu. Kimbilir belki de oradaki bir ağılda uyuyan biri vardı. Kaç yıldır her sabah bu çimen yeşilini ya da karın beyazını görüyordum. Sonra da böyle şeyler kalacak mıydı?
Ders çalışmaya, kitap okumaya çaba gösterdim. Dino ile oturup, ona fen çalıştırayım diye düşündüm. Ama Dino da bu altüst olmuş dünyanın bir parçası olup çıkmıştı, içine kapanmıştı, kendini ele vermiyordu. Benle olmaktansa, Fonso’yu veya Nando’yıı yeğliyordu. Cate’ye, onu her sabah bana, villaya yollamasını söylemiştim; onu sokaklarda bırakmamalıydı: Benimle masa başına oturur, biraz çalışırdı. Zaten artık okullar bile açılamayacaktı.
“Tabii,” demişti Nando, “ayak altından çekilir biraz. Ders çalışması da gerekli zaten.”
O akşam serinlik çıkmıştı. Mutfaktaydık, tencereler ve lavabo arasında oturuyorduk.
Fonso’da kızlar da yoktu. Fonso olmayınca konuşmalar bölük pörçük kalıyordu. O günlerde artık hiç kimse tartışmak için konuşmuyordu.
Böyle birlikte olduğumuzda, ışığın altında göz ucuyla onları inceliyordum.
1 comment