Göğün altında, ordularca ve korkunç seslerce işgal edilen kentler ve köyler acıyla kıvranıyorlardı. O günlerde ölen yalnızca sonbahar değildi. Torino’da bir yıkıntı yığını üzerinde kocaman bir fare görmüştüm, güneşin altında sakin, huzurluydu. O kadar sakindi ki ben yaklaşınca bile ne kımıldadı, ne kaçtı. Bacaklarının üzerinde dimdik duruyor, bana bakıyordu. Artık insanlardan korkmuyordu.

Kış geliyordu ve ben korkuyordum. Soğuğa -fareler gibi, herkes gibi- alışmıştım, bodruma inip ellerime üflemeye alışmıştım. Rahatsızlıklar, felaketler, hatta gökten yağan ölüm tehdidi bile yoktu sanki; ama en sonunda kavranacak olan sır, tatlı tepelerin, sisler altında bir kentin, mutlu yarınların yanında her an, fısıldanan vahşi şeylerin de bulunmasıydı.

Kent, benim ormanlarımdan daha vahşi bir yer olmuştu. Sığıntı gibi yaşadığım, varlığını kabul ettiğime inandığım, huzursuz bir barış imzaladığım o savaş beni yaralıyor, en derinlerden ısırıyor, sinirlerime ulaşıyor, beynime giriyordu. Artık korkak bir tavşan gibi çevreme yürek çırpıntısı ile bakar olmuştum. Gece sıçrayarak uyanıyordum. Tono’yu, Fonso’nun alaycı gülüşlerini, ayaklanmaları, işkenceleri, yeni ölümleri düşünüyordum. Beş yıldan fazladır bu koşullarda yaşayan ülkeleri düşünüyordum.

Gazeteler de -hâlâ vardı gazeteler- dağlarda, şurada burada direniş olduğunu ve bunun sürdüğünü kabul ediyorlardı. Ceza, af veya işkence vaat ediyorlardı. “Şuraya buraya dağılmış askerler,” diyorlardı, “vatan sizi anlıyor ve sizi çağırıyor. Şimdiye dek yanıldık,” diyorlardı, “size daha iyi koşullar vaat ediyoruz. Tanrı aşkına gelin kendinizi kurtarın, gelin bizi kurtarın. Siz halksınız, siz çocuklarımızsınız, siz alçak, hain, korkaksınız.” Bir zamanların bu boş sözlerinin artık beni güldürmediğini fark ettim. Zincirler, ölüm, ortak umut artık günlük ama korkunç bir anlam kazanmıştı. Eskiden havada kalan sözler şimdi ta yüreğimizin derinlerine işliyordu. Sözlerde edepsizce bir şeyler vardı. Bazı anlarda utanmak isterdim.

Oysa susuyordum. Bir fare gibi gözden kaybolmak isterdim. ‘Hayvanlar,’ diye düşünüyordum, ‘olanları bilmiyorlar.’ Hayvanları kıskanıyordum. Benim evdeki kadınların savaş hakkında hiçbir şey öğrenmemek, bilmemek gibi bir mutlulukları vardı. Elvira bu ayrıcalığının çabuk farkına vardı. Şimdi soğuk yüzünden eve kapanıyordum, Torino’dan, meyve bahçesinden, yapraksız, sarı tepelerde yaptığım boş yürüyüşlerden döndüğümde, evin o sıcak havasında ezeli tekdüze endişe ve korkumu unutuyordum, hatta kendimi mutlu bile hissediyordum. Bundan da utanabilmek isterdim.

O kasım sabahlarında Dino geliyordu, onun kitaplarından çalışıyorduk, bildiklerini anlatıyordum ona. Bir anda dersi kesiyordu ve son söylentileri anlatmaya koyuluyordu, bir yolcunun Almanlar hakkında, vatanseverler hakkmdaki gözlemlerini öğreniyordum. Gerçek olmayan tüm atışlar, vuruşlar, casusluk yaparken yakalanıp öldürülenler hakkmdaki en yeni haberleri biliyordu; Elvira içeri girer girmez susuyordu.