Her yeni haberle, o günlerde yaratılmakta olan o dehşetli efsaneyi ve en ufak tefek şeye bile şaşıran bir çocuğun, bu olayları hiç şaşmadan yaşamasını düşünüyordum. Benim Dino gibi bir çocuk olmamam yalnızca bir rastlantıydı; yirmi yıl önce çocuk olmuştum ve benim o zamanki hayretlerimi onunkilerle karşılaştırınca ne kadar boş geliyordu. ‘İşte,’ diyordum, ‘ben bu savaşta ölürsem, benden geriye yalnızca bir çocuk kalır.’

“Artık o beyaz bahriyeli giysini giymiyor musun?” diye sordum.

“Onu okulda giyiyorum. Okullar yeniden ne zaman açılacaklar?”

Elvira da ders bittikten sonra onu büfenin yanına çağırıyor, ona tatlılar veriyor, ne zaman okula başlayacağını, kız kardeşi olup olmadığını, babasını hatırlayıp hatırlamadığını soruyordu. Dino ona biraz alayla, biraz sıkıntıyla yanıtlar yetiştiriyordu.

“Bana benziyor,” diyordum Elvira’ya. “Ben de çocukken biri beni öptü mü, gömleğin koluyla yüzümü silerdim.”

“Çocuklar,” diyordu o, “bugünün çocukları. Annesi çalışıyor, o da kendi kendine büyüyor.”

“Annesi çalışmayan çiftçi çocuğu yok ki,” diyordum. “Hep böyle olmuştur.”

“Peki bununki hemşirelik mi yapıyor?” diye soruyordu. “Meyhanede mi yaşıyorlar?”

“Bir meyhaneleri var, ama bu yaşananlarla...” O günkü gözyaşlarından sonra, Elvira bir daha ihanet etmedi. Bu olan bitenle, benim için öfkelenmek, bağırmak çok kolaydı; bu ölüler, yangınlar, savaş esirleri, kış ve açlık, bir küçük kaprisle umutsuzluğa kapılmaya itiyordu insanı. Aşktan, onun o anlamsız aşkından bir daha konuşmamıştık. Meyve bahçesindeki o kıpkırmızı çiçekleri ölmüştü, bütün meyve bahçesi solgun ve kuruydu. Büyük bir rüzgâr esti ve kuru yaprakları silip süpürdü. Ben Elvira’ya, bir evi, yanan ateşi, sıcak yatağı ve çorbası olduğu için şükretmesini söylüyordum. Şükretmeliydi. Daha beter durumda olanlar vardı.

“Hep görmüşümdür,” diyordu inatla, “felaketler arayanları bulur.”

“Sözgelimi İtalya’nın savaşa girmesi değil mi?”

“Bunu söylemiyorum. Görevini yapsın yeter. İnanmalı...”

“Boyun eğmek ve dövüşmek,” dedim, “yarın bir kama ve kesik bir başla dönerim.”

O bana gözlerini kısarak korkuyla bakıyordu.

Hava hayret verici bir şekilde bozulmamıştı. Her sabah biraz buhar, biraz sisten sonra altın gibi bir güneş görünüyordu. Kasım ayındaydık ve o Valdamolu kaçağı düşünüyordum. Acaba yerine varmış mıydı? Bütün ötekileri, umutsuzları, evsizleri düşünüyordum. Neyse ki hava yardım ediyordu. Tepe güzeldi, artık sert, çıplak, yoksul toprak ortaya çıkmıştı. Ormanlar çıtırdayan ölü yapraklardan döşeklerle örtülmüştü. Gerekirse sık sık oraya sığınabileceğimi düşünüyordum. On sekiz-yirmi yaşındaki delikanlıları kıskanıyordum. Pino’da askeri ilanlar boy göstermeye başlamıştı. Cumhuriyet yeni bir ordu kuruyordu. Savaş sıkıştırıyordu.

Sonra okullar yeniden açıldılar. Bir meslektaşım olan Fransızca öğretmeniyle, o şişman ve kederli adamla uzun zamandır konuşmuyordum, ama o gelip beni bulmuştu.