Ona bu konuyu unutup bayramımızı düşünmesini söyledim. O bana hâlâ duvarda kurşun izleri görüldüğünü anlatıyordu.

Fontane’de onu bekleyen bir paket kitap ve bir cep feneri vardı, dönüşte bulacaktı armağanlarını. Cate bana çoktan teşekkür etmişti. Dino’nun hoşuna gidecek miydi, pek bilmiyordum. Daha önce hiçbir çocuğa armağan vermemiştim. Ama bir tabanca alacak değildim ya!

Soğuktan uyuşmuş ama mutlu bir şekilde döndük eve. Mutfakta tatlı bir sıcaklık vardı. İhtiyarlar oradaydı, Giulia, Nando hepsi gelmişlerdi. “Burası güvenli bir yer,” diyorlardı. “Torino’daki hayhuy yok burada.”

“Düşünün,” diyorlardı, “bodrumda hepimize yetecek kadar yer var. Size bile nine...”

Kızlar gülüşerek sofra kuruyorlardı. “Şimdi Noel zamanıdır, kesin bu konuşmaları,” dedi birileri.

Tono’dan söz ettik. Almanya’da toplama kampındaydı. Benim tanımadığını başka arkadaşlarından, kaçışlardan söz ettiler.

“Şu anda evlerinde olanlardan çok dağlarda insan var,” dedi Nando’nun kansı. “Kimbilir Noel’i nasıl geçiriyorlar?”

“Sakin ol,” diye homurdandı Fonso, “ona şarap bile gönderdik.”

Ben yaşlı Gregorio’ya bakıyordum, koca göbeği, düşük omuzlarıyla huzurlu huzurlu lokmasını çiğniyordu.

Konuşmuyordu, sanki dinler gibiydi, doğduğundan beri bu konulan, konuşmaları dinlermiş gibi kayıtsızdı.

Bizim neşemizdeki tedirginlik onda yoktu. Bana köyümü anımsatıyordu. İçimizde bütün ömrünce tepede yaşamış olan bir tek oydu.

“Havalar düzelince,” diyordu Fonso, “dağdan ineceğiz.” “Sizi hemen yakalarlar,” dedim. “Dağda kalsanız daha iyi edersiniz.”

Cate de bana hak veriyordu. “Gelecek yaz,” dedi Fonso, “çıkıp bizi dağlarda arayacaklar. Onlara zaman bırakmamalıyız.”

“İngilizler bize yardım etmedikleri sürece,” dedi Nando gülerek, “iyi silahlarımız olamayacak. Almanlar ve faşistler cephanelik gibiler. Bize silah gelmezse, inip onlarınkini almamız gerekecek.”

“Ne savaş, ne savaş,” diye bağırdı kızın biri, “önce kaçabilen kazanıyor.”

Gülüp söylüyorduk. Dino da şarap içtiğinden çılgınlaştı, masanın çevresinde koşmaya başladı, el fenerini bir silah gibi doğrultup üzerimize ışık sıkıyordu.

Ben onlara Almanların dört yılda gerilla savaşında uzmanlaştıklarını ve boşuna hayal kurmamaları gerektiğini söyledim.

“Ah, onları burada bir görsek,” dedi Nando.

Hiç kimse sondan söz açmadı. Artık hiç kimse zamanlı tasanlar yapmıyordu. İhtiyar kadın bile. ‘Başka bir yıl’ ya da ‘gelecek yaz’ derken sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlardı, sanki artık kaçışlar, kan ve tuzakta bekleyen ölüm olağan yaşantıydı.

Meyve ve tatlı sofraya geldiğinde benim köyümden ve oradaki çetelerden konuşuldu. Cate bana anne-babamı sordu. Torino’da ve dağlarda etkinlikler düzenleyen Fonso, tepelerdeki gizli çalışmalar hakkında bir şeyler söyledi. Fazla bir bilgisi yoktu, çünkü o başka bir grubun işiydi, ama pek çok asker kaçağının artık savaşmaktansa tarlalarda çalışmayı yeğlediklerini anlattı.

“Demek bizimki gibi tepeler. Onlar da...” dedim, “peki, kışın da tepede saklanılabiliyor mu?”

“Bu her yerde mümkündür,” dedi bana, “saldıran güçleri bölmek için şart bu.