Her evin, her köyün, her tepenin aranması gerekirse, söylesene kara gömlekliler nasıl başa çıkarlar bununla?”

“Pusuya düşürdüğümüz her Alman,” dedi Nando, “Cassino’da savaşanlardan bir kişinin azalması demektir.”

Bu tepeleri ve bağları düşünerek olanlara zar zor akıl erdirebiliyordum. Buralarda da çatışma olabileceğine, kaçakların sığınabileceğine, evlerin yanıp insanların öleceğine hiç inanamıyordum, bana olanaksız gibi geliyordu.

“Sonra söylersiniz bana,” diye araya karıştı Nando’ nun karısı, “bakalım İngilizler size teşekkür edecekler mi?”

“Hadi canım,” dedi Fonso. “Biz İngilizler için dövüşmüyoruz ki!”

Oda şarap ve sigara dumanı kokuyordu. Cate de bir sigara yaktı. Radyoyu açtılar. Gürültü arttı, bu sıcak odada sobaya dayanmış, sesleri dinlerken mutluyduk. Bir dakika önce Dino ile avluya çıkmıştım, o karanlıkta saklanırken, bir an yıldızların ve boşluğun içinde kendimi yitirmiştim. Bunlar çocukluğumun yıldızlarıydılar, kentlerin ve cephelerin, ölülerin ve dirilerin üzerinde hep aynı yıldızlar ışıldıyordu. Bu tepelerde bir türkücük olsun söyleyen yok muydu, huzurlu bir avlu, hiç olmazsa bu gece yıldızları korkmadan seyredebilenler yok muydu? Kapıdan içerdekilerin sesleri sızıyordu, ben ölümün ayaklarımızın hemen dibinde olduğunu seziyordum. Sonra Dino seslendi, eve girdik, sıcaklık sarmaladı bizi de. Kızlar şarkı söylemeye başladılar.

Ertesi gün Torino’ya indim. Okula uğradım, beresi gözlerine kadar inen Fellini’yi gördüm. Bayramımızdan söz etti, sonra da, “Noel’i berbat geçenler de var elbet,” dedi.

Devamını bekledim bu sözün ve bu gecikmedi:

“Castelli’ye olanları bilmiyor musunuz? İşten alındı ve içeri atıldı.”

XV

Yıl karsız sona erdi, dersler başladı, öğretmen arkadaşlar hep Castelli’den söz ediyorlardı. “Neyse ki hava soğuk değil,” diyorlardı. “Gerçekten şeker hastasıysa erir gider orada.” “Onun için ne yapabiliriz?” “Hiçbir şey,” diye mırıldanıyorduk. “Hiçbir şey.” “Leke yayılabilir.” Lucini konuşmuyordu, kederli ama kötü bir adamdı. Okulun kapısına her gelişte, bir otomobil, Almanlar, milisler göreceğimi sanıyordum. “Hepimiz gözlem altında olacağız; çocuklar, evler...” diyordu bir başkası. “Ne hikâye! Hepimizi rehin alacaklar.”

Yaşlı Domenico şöyle dedi: “Öyle bir noktaya geldik ki, hasta bile olsak, yatamayacağız.”

“Hocam kendinize iyi bakın!” diye bağırıyordu, çocukların en uyanıkları.

O günlerde, müdüre bile acır olmuştum. Her telefon çalışta içini çekiyor, korkuyordu. Anlaşılıyordu ki Castelli, ipin ilmeğini boynuna kendi geçirmişti konuşa konuşa. Onun o ağlamaklı suratına kimse acımıyordu. Bunu o istemişti. Kaldı ki biraz düşününce, eskiden yalnız başına ve o inatçı tavrıyla evine de bir hücre gibi kapanmamış mıydı?

Gerçi hepimiz böyle, duvarların arkasında, korku ve bekleyiş içersindeydik; her adım, her ses, her beklenmedik hareket yüreğimizi ağzımıza getiriyordu. “Silvio Pellico,1 hiç olmazsa,” diye gülümsedi müdür, “hiçbir iş arkadaşının başını yakmadan girdi içeriye...”

“Peki ama hiç akrabası yok mu?”

“Tanrı aşkına, bunu kendi düşünsün.”

Sonra Castelli’yi de unuttuk. Daha doğrusu artık ondan söz etmez olduk. Ama Tono gibi, Gallo gibi, Valdarnolu asker, Egle’nin ağabeyi gibi, Castelli de bir huzursuzlukla, bir alarmla, kırağılı, soğuk bir sabahta haberlerin kaygısıyla geliveriyordu aklıma. Özellikle gece karanlıkta yatarken, ya da sabah Torino’ya inerken, güneşin altın ışıkları bir yapının dördüncü kat pencerelerini kan gibi ala boyarken onu hatırlıyordum. Kış, kışın parıltısı, sabahların yaldızlı pusu, beni her zaman dünya ile barıştırmıştır. Bir umut ürpertisi vermiştir.