Savaşın ilk yıllarında bu gibi hazların hâlâ sürüyor olması düşüncesi, bana bir beklenti duygusu veriyordu. Şimdi bu da erimiş gitmişti, artık başımı kaldırıp bakamıyordum bile.

Egle, ağabeyinden söz ederken pek sık yön değiştirir olmuştu. Onu kurtulmuş addediyordu ve sakin görünüyordu. Hayır, Almanların tarafına geçmemişti, buna değmezdi. Ama dünkü düşmanlarımızın safında da değildi, o son derece dürüsttü, Milano’daydı, bir sanayi kuruluşunda mühendis olarak çalışıyordu, bazı arkadaşlarıyla yan yanya gizleniyor sayılabilirdi. Artık sivil giysilerini giyiyordu.

Kaçmam gerekirse, diye düşünüyordum o günlerde, saklanmam gerekirse, nereye giderdim, gece nerede uyur, nerede bir lokma yiyebilirdim? Bu ev gibi sıcak ve huzurlu bir başka yer bulabilir miydim? Kendimi fırsatçı ve suçlu hissediyordum, bu huzurlu günlerimden utanç duyuyordum. Ama aklım sürekli söylentilerde, anlatılanlarda, manastırlara, kulelere gizlenen insanlardaydı. O soğuk duvarların arkasında, renkli camların, tahta sıraların arasında yaşam nasıldı? Çocukluğa, günlük tütsüsü kokusuna, dualara ve masumluğa bir dönüş gibi miydi? Gene de o günlerin en berbat durumu bu sayılmazdı. Kendimde bu hayata zorunlu olduğuma ait bir uydurma inanç hatta manyaklık hissediyordum. Eskiden bir kilisenin önünden geçerken yalnızca evde kalmış kadınların, ihtiyar kel adamların diz çöküşlerini, oradaki sıkıcı vaazları hatırlardım. Şimdiyse kiliseler, manastırlar yüzlerini ellerine gömüp, korkuyla atan yüreklerinin dinmesini bekleyen insanların sığınağı olmuştu. Ama bunun için sunak masalarına, aziz heykellerine gereksinme yok, diye düşünüyordum. Barış yeterdi, bu akan kanın durması yeterdi. Anımsıyorum, bir gün bir alandan geçerken bu düşünce beni durdurdu. Heyecanla sıçradım. Bu beklenmedik bir neşe, bir mutluluktu. Dua etmek, bir kiliseye girmek, diye düşündüm, bir anlık bir huzuru yaşamaktır, kansız bir dünyaya yeniden doğmaktır.

Ama bu kararlılığım uçucu idi. Az sonra bir kilise buldum ve girdim. Kapının yanında soğuk duvara dayanıp kaldım. Dipte sunak masasının altında minik, kırmızı bir ışık vardı, sıralar bomboştu. Gözlerimi yere diktim, o düşünceyi gene aklıma getirmeye çalıştım. O ani huzurun kesinliğini ve mutluluğunu yaşamaya çalıştım. Başaramadım. Acaba Dino’yu ayine gönderiyorlar mı, diye sordum kendi kendime. Bundan hiç söz etmemiştik. Pazar sabahları ne yaptığını hiç anımsamıyordum. Tabii, yaşlı nine gidiyordu ayine. Sıkıldım ve dışarı çıktım. Temiz havayı çektim içime.

Hiç kimseye, o ânı, bir anlık sevincimi anlatmadım. Hele Cate’ye asla.