Mesela uşağımız, Yunanistan Kralı'ndan bahsedilirken, gazeteler sayesinde, tıpkı II. Wilhelm gibi, "Tino mu?" diyebiliyordu; oysa eskiden krallarla samimiyeti, kendi uydurması olup daha amiyaneydi; örneğin bir zamanlar İspanya Kralı'ndan "Fonfonse" diye söz ederdi. Öte yandan, Mme Verdurin'e yakınlık gösteren seçkinlerin sayısı arttıkça, "sıkıcı tipler" diye nitelediği kişilerin sayısı azalıyordu. Sihirli bir dönüşüm sonucu, kendisine ziyarete gelen ve salonuna davet edilmek isteyen her "sıkıcı tip", bir anda sevimli ve zeki biri oluveriyordu. Kısacası, sıkıcı tiplerin sayısı bir yılda öylesine azalmıştı ki, Mme Verdurin'in konuşmalarında çok fazla yer tutan ve hayatında çok önemli bir rol oynayan "can sıkıntısı korkusu ve tahammülsüzlüğü" neredeyse yok olmuştu. Görünüşe bakılırsa, tıpkı yaşlandıkça yoğunluğu azalan migrenler ve sinirsel astımlar gibi, Mme Verdurin de ileri yaşında, (gençliğinde hiç tatmadığını eskiden de söylediği) can sıkıntısına tahammülsüzlükten ötürü daha az acı çekiyordu. Can sıkıntısı korkusu ise, sıkıcı tipler ortadan kalkınca, bir ölçüde onların yerini dolduran kimi eski müritler olmasa, Mme Verdurin'in yakasını tamamen bırakacaktı şüphesiz.
Mme Verdurin'in evine girip çıkmaya başlayan düşesler konusunda son olarak da şunu belirtelim ki, bunlar, kendileri hiç farkında olmadan, bir zamanlar Dreyfus taraftarlarının aradığı şeyin peşindeydiler; yani siyasi merakları giderecek ve gazetelerde okunan olayları dostlar arasında yorumlama ihtiyacını karşılayacak şekilde düzenlenmiş bir sosyete hazzı arıyorlardı. Mme Verdurin, tıpkı bir zamanlar, "Dava'yı konuşmaya", daha sonra, "Morel'i dinlemeye gelin," dediği gibi, şimdi de, "Saat beşte savaşı konuşmaya gelin," diyordu.
Aslında Morel'in orada olmaması gerekirdi, çünkü çürüğe çıkarılmamıştı. Fakat birliğine katılmamıştı, asker kaçağıydı, ama kimsenin bundan haberi yoktu.
Her şey o kadar aynıydı ki, eski terimler ister istemez karşınıza çıkıyordu: "kabul görenler, kabul görmeyenler". Olaylar farklı göründüğü, eski Komüncüler davanın yeniden görülmesine itiraz ettiği için de, en ateşli Dreyfus taraftarları herkesi kurşuna dizmek istiyordu ve generaller de onları destekliyordu; aynı generaller Dreyfus Davası döneminde Galliffet'ye karşıydılar. Mme Verdurin'in bu toplantılara davet ettiği, hayır işlerinden tanıdığı, sosyetede yeni sayılabilecek bazı hanımlar, başlangıçta şaşaalı kıyafetlerle, iri inci kolyelerle toplantıya geliyorlardı; kendi de onlarınki kadar güzel inci kolyesini zamanında bol bol sergilemiş olan Odette, şimdi Saint-Germain muhiti hanımlarının hepsi gibi "savaş kıyafeti"ne bürünmüş olduğundan, bu kolyelere kaşlarını çatarak bakıyordu. Ama kadınlar uyum sağlamayı bilir. Bu hanımlar da, Verdurin salonuna üç dört kere gittikten sonra, şık zannettikleri kıyafetlerin, aksine şık hanımlar tarafından yasaklanmış olduğunu fark ediyor, yaldızlı elbiselerini rafa kaldırıp sadeliğe razı oluyorlardı..
Verdurin salonunun en gözde simalarından biri, spor düşkünlüğüne rağmen çürüğe çıkmış olan "Çuvalladım"dı. Benim nazarımda, artık, aklımdan hiç çıkmayan harikulade eserlerin yaratıcısıydı; o kadar ki, Albertine'in evimi terk etmesine yol açan kişi olduğunu, ancak tesadüfen, iki ayrı hatıra dizisi arasında yatay bir bağ kurduğum zaman fark ediyordum. Üstelik bu yatay bağ, Albertine'den kalan aziz hatıralar bağlamında, yıllar öncesine uzanan boş bir yola açılıyordu. Çünkü artık Albertine'i hiç düşünmüyordum. Artık hiç girmediğim bir yol, bir hatıra çizgisiydi. Oysa Çuvalladım'ın eserleri yeniydi ve bu hatıra çizgisi, zihnimin sürekli kullandığı bir yoldu.
İtiraf etmem gerekir ki, Andree'nin kocasıyla tanışmak, ne kolay, ne de hoş bir işti; ona dostluk göstermek, nice hayal kırıklığına gebeydi. Zaten daha o sıralarda bile, hastalığı ciddi boyutlara ulaşmıştı ve bu yüzden, haz alabileceğini düşünmediği yorgunluklardan kaçınıyordu. Haz umudu beslediği faaliyetler de, henüz tanışmadığı, coşkulu hayalgücünün muhtemelen başkalarından farklı olarak canlandırdığı kişilerle görüşmekten ibaretti. Oysa tanıdığı kişilerin ne olduğunu, ne olacağını gayet iyi biliyordu, kendisi için tehlikeli, belki de ölümcül olabilecek bir yorgunluğa değmeyecekleri kanısındaydı. Sonuç olarak, çok kötü bir dosttu. Yeni insanlara bu düşkünlüğü, bir zamanlar Balbec'te spor, kumar, yemek ve içki konularında sergilediği çılgınca aşırılıktan izler taşıyordu belki de.
Mme Verdurin'e gelince, Andree'yi tanıdığımı bir türlü kabullenemeyip her defasında beni onunla tanıştırmak istiyordu. Andree, Verdurin'lere nadiren kocasıyla birlikte geliyordu. Benim nazarımda değerli ve samimi bir arkadaştı; Rus balesine tepki duyan kocasının estetik anlayışına sadık kalarak, Polignac Markisi hakkında, "Evini Bakst'a dekore ettirmiş. İnsan o evde nasıl uyur! Ben olsam Dubufe'ü tercih ederdim," diyordu. Zaten Verdurin'ler de, estetizmin kaçınılmaz kısır döngüsüne kapılarak, artık modern üsluba tahammülleri kalmadığını (üstelik de Münih kökenliydi), beyaz mobilya ve duvarlara dayanamadıklarını, sadece koyu renk bir dekor içinde eski Fransız mobilyalarını sevdiklerini söylüyorlardı.
O dönemde Andree'yle çok sık görüşüyordum. Birbirimize söyleyecek söz bulamıyorduk; bir keresinde, Albertine'in hatırasının derinliklerinden esrarengiz bir çiçek gibi yükselen Juliette adı geldi aklıma. O sıralar esrarengizdi, ama artık hiçbir heyecan uyandırmıyordu içimde; onca ilgisiz konuda konuştuğum halde, bu konuda hiçbir şey söylemedim; başka konulardan daha ilgisiz değildi, ama çok fazla düşündüğümüz şeyler, sonunda aşırı doygunluk noktasına ulaşır. Belki de gerçek olan, o isimde nice muammalar gördüğüm dönemdi.
1 comment