Ama böyle dönemler sonsuza dek devam etmeyeceğine göre, günün birinde ilginçliğini kaybedecek olan muammaları çözmek için sağlığımızı ve servetimizi feda etmememiz gerekir.
Mme Verdurin'in, evinde her istediği kişiyi ağırlayabileceği o dönemde, tamamen gözden kaybettiği birine, Odette'e dolaylı yaklaşımlarda bulunması, herkesi şaşırttı. Küçük topluluğun yerini alan seçkin çevreye Odette'in katabileceği bir şey olmadığı düşünülüyordu. Ama uzun süren bir ayrılık, bir yandan kırgınlıkları unuttururken, bir yandan da bazı zamanlar dostluğu canlandırabilir. Ayrıca, ölüm döşeğindekilerin sadece eski tanıdıkların isimlerini anmalarına, yaşlıların çocukluk anılarından tat almalarına yol açan olgunun, sosyal bir karşılığı vardır. Odette'in tekrar evine gelmesini sağlamak için, Mme Verdurin elbette ki "partizan"lara değil, her iki salona da devam eden, daha vefasız müdavimlere başvurdu. "Artık niye hiç buralara uğramadığını anlamıyorum. Belki de bana küstür, ben ona küsmedim; sonuçta, ben ona ne yaptım ki? Her iki kocasıyla da benim evimde tanıştı. Dönmek istediği takdirde, kapımın kendisine açık olduğunu bilsin," diyordu onlara. Hayalgücü tarafından dikte edilmiş olmasalar, Patroniçe'nin, gururu nedeniyle telaffuz etmekte zorlanacağı bu sözler, yerine ulaştı, ama bir sonuç vermedi. Mme Verdurin, Odette'i nafile bekledi; ta ki, ileride göreceğimiz birtakım olaylar, devamsızların gayretkeş elçiliğinin başaramadığı şeyi, bambaşka nedenlerden ötürü gerçekleştirinceye kadar. İşte kolay başarılar da, kesin yenilgiler de bu kadar enderdir.
Mme Verdurin, "Ne kadar üzücü, Bontemps'a telefon edeceğim, yarın için gerekeni yapsın; Norpois'nın makalesinin sonunu, olduğu gibi makaslamışlar yine; hem de sırf Percin'in künyesinin silindiğini ima etti diye," diyordu. Çünkü o sıralar moda olan saçmalık, herkesin moda deyimleri kullanmaktan gurur duyması ve böylelikle çağa ayak uydurduğunu kanıtladığını zannetmesiydi; tıpkı M. de Breaute'den, M. d'Agrigento'dan veya M. de Charlus'ten bahsedildiğinde, "Kim? Babal de Breaute mi, Grigri mi, Meme de Charlus mü?" diyen burjuva hanımlar gibi. Aslında düşesler de aynı şeyi yapar; onlar da "künyesi silindi" demekten aynı zevki alıyorlardı, çünkü düşeslerde farklı olan –soylu olmayan, biraz şairane kişilerin nazarında– soyadıdır, ama onlar da sahip oldukları entelektüel düzeye uygun şekilde konuşurlar ve aynı düzeye sahip çok sayıda burjuva da vardır. Entelektüel düzey, soyluluktan bağımsızdır.
Öte yandan, Mme Verdurin'in bütün bu telefon konuşmalarının mahzurları da yok değildi. Belirtmeyi ihmal etmiş olsak da, manen ve maddeten varlığını sürdüren Verdurin "salon"u, geçici olarak Paris'in en büyük otellerinden birine taşınmıştı, çünkü kömür ve elektrik kıtlığı, Verdurin'lerin, eski Venedik büyükelçiliği konağının aşırı rutubetli ortamında davetler vermelerini güçleştirmişti. Aslında yeni salonun da kendine özgü bir cazibesi vardı. Nasıl ki Venedik'te, su yüzünden sınırlı olan alan, sarayların şeklini belirlerse, Paris'te minik bir bahçe, taşrada koca bir parktan daha çok hayranlık uyandırırsa, Mme Verdurin'in oteldeki dar yemek salonunun gözalıcı beyazlıktaki duvarlarının oluşturduğu eşkenar dörtgen de, her çarşamba, hattâ neredeyse her gün, Paris'in en ilginç, en değişik simalarının, en şık kadınlarının boy gösterdiği bir ekran gibiydi; en zengin kişilerin, gelirlerinin dondurulmuş olması nedeniyle giderlerini kıstıkları bir dönemde, servetleri büyüyen Verdurin'lerin sağladığı, günden güne artan lüksten yararlanmaktan herkes hoşnuttu. Davetlerin yeni düzenlenişine de hayran olan Brichot, Verdurin'lerin çevresi genişledikçe, bu davetlerde, tıpkı Noel'de bir çorabın içine doldurulan sürpriz armağanlar gibi, küçük bir mekâna sıkışmış yeni hazlar bulmaktaydı. Bazı geceler, o kadar çok yemek davetlisi oluyordu ki, özel süitin yemek salonu dar geliyor, akşam yemeği, aşağıdaki dev salonda veriliyordu; müritler, tıpkı bir zamanlar Mme Verdurin'in, Cambremer'leri davet etmesi gerektiğinde, çok sıkışacaklarını söylemesi gibi, üst kattaki samimi havayı bulamayacaklarına üzülürmüş gibi yaptıkları halde, aslında –eskiden mahalli trende olduğu gibi kafa kafaya vererek– yan masalarca gıptayla seyredilmeye bayılıyorlardı. Hiç şüphesiz, barış zamanında olsa, Le Figaro'ya veya Le Gaulois'ya gizlice gönderilen bir sosyete haberi, Brichot'nun Duras Düşesi'yle birlikte akşam yemeğine katıldığını, Majestic Oteli'nin yemek salonuna sığamayacak kadar kalabalık bir kitleye bildirirdi. Ne var ki, savaş çıktığından beri, sosyete sütunlarının yazarları bu tür haberlere yer vermediği için (cenazeler, ödül törenleri ve Fransız-Amerikan şölenleriyle bu eksikliği gideriyorlardı gerçi), reklam, ancak ilkçağlara yakışır, BookishMall.com'in icadından eski, çocuksu ve sınırlı bir yöntemle yapılabiliyordu: Mme Verdurin'in masasında görünmek. Yemekten sonra, Patroniçe'nin salonuna çıkılıyor ve telefon görüşmeleri başlıyordu. Ne var ki, o dönemde birçok büyük otelde mevzilenmiş olan muhbirler, Bontemps'ın telefonda bildirdiği haberleri patavatsızca not ediyorlardı; neyse ki Bontemps verdiği bilgiler güvenilir değildi ve her defasında olaylar tarafından yalanlanıyordu.
Çay davetleri henüz sona ermemişken, gün batımında, gökyüzü kararmadan önce uzakta görünen küçük kahverengi lekeler, mavi akşamın içindeki, sinekler veya kuşlar gibi algılanabilirdi. Aynı şekilde, bir dağı çok uzaktan gördüğümüzde, bulut zannedebiliriz. Ama bunun devasa, katı ve dayanıklı bir bulut olduğunu bildiğimiz için etkileniriz. Ben de, yaz akşamları gökyüzünde görülen kahverengi lekenin, sinek veya kuş değil, Paris'in üzerinde nöbet tutan insanların kullandığı bir uçak olmasından etkileniyordum. (Albertine'le birlikte son gezintimizde, Versailles yakınlarında gördüğümüz uçakların hatırasının bu duygularımda payı yoktu, çünkü o gezintinin hatırasına karşı kayıtsızdım artık.)
Akşam yemeği saatinde, restoranlar dolu oluyordu; sokaktan geçerken, izne çıktığı için sürekli ölüm tehlikesinden altı günlüğüne kurtulmuş, siperlere dönmek üzere olan zavallı bir askerin bir an durup aydınlık camekânlara baktığını görürsem, Balbec Oteli'nde balıkçıların bizi akşam yemeğinde seyrettiği zamanki gibi ıstırap çekiyordum; ama ıstırabım daha büyüktü, çünkü askerin sefaletinin, yoksulunkinden fazla olduğunu, sefaletin her türlüsünü içinde barındırdığını biliyordum; askerin sefaletinde ayrıca daha fazla tevekkül, daha fazla asalet vardı, savaşa dönmek üzere olan asker, itişip kakışarak bir masa kapmaya çalışan uyanıkları görünce, nefret duymadan, filozofça ' başını sallayarak, "Savaş buraya hiç uğramamış sanki," dediği için, daha da dokunaklıydı.
1 comment