Öte yandan, kitaplarda anlatılan güzel şeyler, benim gördüklerimden daha güzel değilse, beni bir kliniğe hapsedecek olan hastalığımın da o kadar hayıflanacak bir şey olmadığını düşünüyordum. Ama garip bir çelişkiyle, elimdeki kitapta sözü edilen şeyleri görmek istiyordum. Yorgunluktan gözlerim kapanmadan önce okuduğum sayfalar şunlardı:

"Geçen gün, beni evine akşam yemeğine götürmek üzere Verdurin damlıyor; Verdurin: La Revue'nün eski eleştirmeni, Whistler kitabının yazarı, eksantrik Amerikalı'nın üslubunu, sanatkârane renklendirmesini gerçekten de büyük hassasiyetle aktaran, resim denen şeyin bütün inceliklerinin, bütün güzelliklerinin âşığı. Ben onunla yola çıkmak üzere giyinirken, ara sıra ürkek bir itirafa dönüşen uzun bir anlatıya girişiyor: Fromentin'in 'Madeleine'iyle evlendikten hemen sonra, morfin bağımlılığı yüzünden, yazarlıktan vazgeçmiş ve anlattığına göre karısının salonunun müdavimlerinin büyük çoğunluğu, Verdurin'in yazarlığından tamamen habersizmiş; ona Charles Blanc'dan, Saint-Victor'dan, Sainte-Beuve'den, Burty'den, kendisinden çok daha üstün kişilermiş gibi bahsediyorlarmış. 'Oysa, siz Goncourt'lar benim Salonlar'ımın, karımın ailesinin bir şaheser zannettiği o zavallı Eski Zaman Ustalarından ne kadar farklı olduğunu bilirsiniz, Gautier de bilirdi.' Sonra, sohbetimize arabada devam ederek, batan güneşin son parıltılarıyla tıpatıp eski pastanelerdeki frenküzümü jölesi kulelerine benzeyen Trocadero kulelerinden geçiyoruz ve Verdurin konağının bulunduğu Conti Rıhtımı'na yöneliyoruz; Verdurin'in dediğine bakılırsa, konak eskiden Venedik büyükelçilerine aitmiş ve şimdi sigara salonu olarak kullanılan salon, adını unuttuğum ünlü bir palazzo'dan, Binbir Gece Masalları"ndaki gibi, aynen kaldırılıp Conti Rıhtımı'na getirilmiş; bu palazzo 'daki kuyunun, Meryem Ana'nın taç giyişini tasvir eden bilezik taşı, Verdurin'e göre, Sansovino'nun en güzel işlerindenmiş ve şu anda misafirler bu şahesere purolarının küllerini silkiyorlarmış. Gerçekten de, klasik resimlerde Venedik'i sarmalayan mehtaba tıpatıp benzeyen ve Enstitü'nün siluet halindeki kubbesini Guardi'nin tablolarındaki Salute'ye benzeten mehtabın tirşe yeşili ışıltılarla aydınlattığı konağa vardığımızda, Büyük Kanal'ın kenarında olduğum izlenimine kapılıyorum hafiften. Birinci katından rıhtımın görünmediği konağın şekli ve ev sahibinin anlamlı açıklaması da bu izlenimi pekiştiriyor: Meğer Bac Sokağı'nın adı –daha önce aklıma geldiyse şeytan çarpsın– bir zamanlar Miramion rahibelerini Notre-Dame'daki ayinlere taşıyan araba vapurundan geliyormuş. Çocukluğumda, Courmont Teyzemin oturduğu, aylak aylak dolaştığım bu semti yeni baştan sevmeye başlıyorum; Verdurin'lerin konağına neredeyse bitişik olan Petit Dunkerque'in tabelası çıkıyor karşıma; Gabriel de Saint-Aubin'in kara kalem ve kuru boya bezemelerindeki tasvirler dışında günümüze kalabilmiş nadir dükkânlardan biri olan ve XVIII. yüzyılda, meraklıların boş vakitlerinde yerli yabancı süs eşyaları ve dükkâna ait bir faturada belirtildiği gibi 'sanat alanında en yeni ürünler üzerine pazarlık yaptığı Petit-Dunkerque'in faturalarından, sanıyorum şu anda sadece Verdurin'de ve bende birer örnek var; XV. Louis döneminde, üzerinde hesapların tutulduğu bu tek yapraklı şaheserin antetinde görülen, gemilerle dolu, dalgalı deniz, 'İstiridye ile Davacılar'ın, Fermiers Generaux baskısındaki bir illüstrasyonunu andırır. Sofrada beni yanına oturtan ev sahibesi, bütün zarafetiyle, sofrayı sadece Japon krizantemleriyle süslediğini açıklıyor bana, ama bu krizantemlerin yerleştirildiği vazolar, çok nadide şaheserlermiş, örneğin tunç bir vazonun üzerindeki kızılımsı bakırdan taç yaprakları, canlı çiçeklerden dökülmüş yaprakları andırıyormuş. Davetliler arasında Doktor Cottard ve eşi, Polonyalı heykeltıraş Viradobetski, koleksiyoncu Swann ve soylu bir Rus hanım var (ofla biten ismini hatırlayamadığım bir prenses); Cottard, Arşidük Rudolf a burnunun dibinden ateş eden kişinin, prenses olduğunu fısıldıyor kulağıma; prensesin dediğine göre, Galiçya'da ve Kuzey Polonya'nın tamamında, itibarım çok yüksekmiş; bir genç kız, talibi, Faustin'in hayranı değilse, asla evlenme teklifini kabul etmezmiş. Bende, doğrusu üstün zekâlı bir kadın izlenimi uyandıran prenses, 'Siz Batılılar bunu anlayamazsınız,' diye noktalıyor konuyu, 'bir kadının en mahrem duygularına bir yazarın nüfuz etmesini anlayamazsınız.' Sakalsız, bıyıksız, uşak favorili, Saint-Charlemagne kutlamalarında • sınıf birincileriyle şakalaşan lise ikinci sınıf hocasının tepeden bakan havasıyla espriler yumurtlayan adam, öğretim üyesi Brichot'ymuş. Verdurin benim adımı telaffuz ettiğinde, kitaplarımıza aşina olduğunu belirten tek laf etmeyince, Sorbonne'un bizlere karşı örgütlediği, içtenlikle ağırlandığım bir eve bile kasıtlı bir suskunlukla uyuşmazlığı, düşmanlığı taşıyan bu komplo, bende öfkeli bir yılgınlık uyandırıyor. Sofraya geçtiğimizde, olağanüstü bir tabak resmigeçidiyle, hakkındaki sanatkârane gevezelikleri, bir ziyafette meraklıların kulağını her tür sohbetten daha fazla okşayan porselen sanatı şaheserleriyle karşılanıyoruz. Kenarları narçiçeği renginde şeritlerle çevrili, yapraksız, şiş, mavimsi bataklık süsenleriyle, her gün uyandığımda Montmorency Bulvarı'ndan gördüğüm şafağın sabah renkleriyle aynı tonlardaki bir şafağı delip geçen o dekoratif yalıçapkınları ve turnalarıyla Yongzheng tabakları, daha zarif ve cicili bicili üsluptaki, mora çalan, mahmur, kansız gülleriyle, parçalı, vişneçürüğü laleleriyle, rokoko karanfilleri veya unutmabenileriyle Saksonya porseleninden tabaklar, incecik menevişli beyaz olukları kafes kafes, yaldızlı çerçeveleri veya kaymaksı, düz hamurun üzerinde zarif bir kabartma halindeki yaldızlı kurdeleleriyle Sevres porseleninden tabaklar, son olarak da, Mme du Barry'nin yabancısı olmadığı Luciennes mersinleriyle bezenmiş gümüşler. Bu tabakların içlerinde sunulan, gerçekten dikkate değer yiyecekler de, belki tabakların kendileri kadar nadide: hafif ateşte, özenle pişirilmiş, rahatlıkla diyebilirim ki, Parislilerin en görkemli ziyafetlerde bulamayacakları, bana Jean d'Heurs'ün usta aşçılarını hatırlatan yemekler. Kaz ciğeri ezmesi bile, genellikle bu adla sunulan yavan kremadan bambaşka bir şey; basit bir patates salatasının, Japon fildişi düğmeleri kadar diri, Çinli kadınların yeni tuttukları balıkların üzerine su serpmek için kullandıkları küçük fildişi kaşıklar gibi cilalı patateslerden yapıldığı pek fazla mutfak olduğunu sanmıyorum. Önümdeki Venedik kadehine, M. de Montalivet'den alınmış olağanüstü bir Leoville şarabı, kırmızı mücevherler gibi dökülüyor; en lüks sofralarda sunulan, tazeliğini yitirmiş, uzun yolculuklarda kılçıklarının şekli sırtlarına kazınmış kalkanbalıklarıyla hiç ilgisi olmayan kalkan, gözlerimizin ve çekinmeden söylüyorum, amiyane tabiriyle işkembelerimizin hayalgücüne hitap eder nitelikte ve nice ünlü restoranda beyaz sos adıyla anılan bulamaçla değil, kilosu on frank olan tereyağıyla yapılmış gerçek beyaz sosla hazırlanmış olarak, harikulade bir Jingdezhen tabak içinde geliyor sofraya: Gün batımının koyu kırmızı şeritler halinde yansıdığı bir denizde ilerleyen tuhaf ıstakoz sürüsünün nokta nokta pürtükleri öylesine maharetle resmedilmiş ki, canlı kabuklardan kalıp alınarak yapılmış sanki; tabağın kenarında ise, küçük bir Çinli, oltayla, karnı gümüşi gök mavisi, büyüleyici renkte, sedefli bir balığı tutmakta. Verdurin'e, günümüzde hiçbir prensin vitrininde bulunamayacak bu koleksiyon içerisinde böyle nadide yemekler yemekten büyük haz duyması gerektiğini söylediğimde, ev sahibesi hüzünlü bir tonda, 'Kocamı tanımadığınız belli,' diyor. Sonra da kocasının, bütün bu güzelliklere kayıtsız bir eksantrik, çatlağın teki olduğunu söylüyor, 'evet, çatlak, kesinlikle çatlak,' diye tekrarlıyor; Norrnandiya'da bir çiftliğin bayağı serinliğinde bir şişe elma şarabı içmeyi bütün bunlara tercih eden bir çatlak. Yöresel renklere düşkünlüğü konuşmasından anlaşılan sevimli ev sahibemiz, eskiden oturdukları Normandiya'yı bize büyük bir coşkuyla anlatıyor; onların Normandiya'sı, Lawrence'in resimlerini hatırlatan mis kokulu ulu ağaçlarıyla, porselene benzeyen pembe ortancalarla çevrili, japonçamı rengindeki kadifemsi doğal çimleriyle, dev bir İngiliz bahçesiymiş; bir köy evinin, tamamen dekoratif bir tabelayı andıran, dalları birbirine girmiş iki armut ağacının altındaki kapısının üstüne dökülen uçuk sarı, kırış kırış güller, Gouthiere'in elinden çıkma, tunçtan bir duvar lambasının çiçekli dalındaki kıvrımları getirirmiş akla; onların Normandiya'sı, tatildeki Parislilerin hayalinden bile geçmeyen, özel arazilerin kapıları sürgülü çitleriyle korunan bir yermiş; Verdurin'ler o sürgülü kapıların hepsini açmaktan geri kalmadıklarını itiraf ediyorlar. Günün sonunda, bütün renkler mahmur mahmur solarken, tek ışık kaynağı, neredeyse pıhtılaşmış, mavimsi bir ayran rengindeki denizken (Flaubert'in, kardeşimle beni Trouville'e götürdüğünü söylediğimde, ev sahibemiz, 'Hayır, hayır,' diye, kendinden geçercesine itiraz ediyor, 'sizin bildiğiniz denizle hiç alakası yok; katiyen alakası yok, benim sizi götürmem gerekir, aksi takdirde hiç göremezsiniz'), gerçekten birer orman oluşturan ormangüllerinin pembe tülleri arasından geçerek, kocasında korkunç astım krizlerine yol açan –'evet,' diye ısrar ediyor ev sahibemiz, 'resmen astım krizleri'– sardalye konservesi fabrikalarının kokusuyla sarhoş olarak eve dönerlermiş. Bunun üzerine, ertesi yaz yine aynı yere gidip yok pahasına kiraladıkları eski bir manastırı muhteşem bir ortaçağ evine dönüştürerek, burada kalabalık bir sanatçı kolonisini misafir etmişler. Doğrusu, onca seçkin muhitte bulunmasına rağmen, konuşmasında halktan bir kadının açık saçıklığını korumayı bilmiş, nesneleri, hayalinizde canlandırabildiğiniz renklerle aktaran bu kadını dinledikçe, orada yaşadığını itiraf ettiği hayat, ağzımı sulandırıyor; herkesin kendi hücresinde çalışıp öğle yemeğinden önce iki şömineli, dev salonda toplaşarak üst düzeyde sohbetlere girişmeleri, sosyete oyunları oynamaları, Diderot'nun Mademoiselle Volland'a Mektuplar adlı şaheserinde anlattığı hayatı düşündürüyor bana. Öğle yemeğinden sonra, sağanak, fırtına dinlemez, güneş yüzünü gösterdiğinde veya ışıltılı bir yağmurda, hep birlikte dışarı çıkarlarmış; XVIII. yüzyılda öylesine sevilen bitkisel güzelliği kapının önüne kadar getiren ve asırlık gürgenlerden oluşan muhteşem yolun, dallarında çiçek tomurcukları yerine yağmur damlacıkları taşıyan çalıların boğumları, yağmurda süzülen ışıkta iyice belirginleşirmiş. Beyaz bir gülün, Nymphenburg porseleninden, minicik, şirin bir küveti andıran tacında yıkanan, serinlik âşığı bir şakrakkuşunun şıpırtılarını dinlemek için dururlarmış. Elstir’in, o yöreye ait manzara ve çiçekleri ne kadar zarif pastellerle resmettiğini Mme Verdurin'e söylediğimde, başını öfkeyle arkaya atıp, 'Bütün bunları ona tanıtan bendim,' diyor; 'hepsini, anlıyor musunuz, hepsini, köşede bucakta kalmış ilginç yerleri, bütün konularını; bizi terk ettiğinde yüzüne vurdum bunu, değil mi Auguste? Resmettiği bütün konuları.