Nesneleri öteden beri tanırdı, haksızlık etmeyelim, bunu kabul ederim. Ama hayatında çiçek görmemişti; hatmiyle gülhatmiyi birbirinden ayıramazdı. İnanmayacaksınız ama, ona yasemini tanımayı ben öğrettim.' İtiraf etmek gerekir ki, sanat eleştirmenlerinin en önemli çiçek ressamı kabul ettiği, hattâ Fantin-Latour' dan üstün gördüğü Elstir'in, karşımda duran kadın olmasa, belki hayatta bir yasemin resmi yapamayacağını düşünmek, çok ilginç. 'Evet, yasemin, yemin ederim; bütün o gül resimlerini bizim evde ya da benim kendisine götürdüğüm güllere bakarak yapmıştır. Bizim evde adı hep Monsieur Tiche olmuştur; burada asla büyük adam muamelesi görmedi, Cottard'a sorun, Brichot'ya sorun, kime isterseniz sorun. Böyle bir şeye kendi bile gülerdi. Ona çiçeklerini düzenlemeyi ben öğretirdim, başlangıçta bir türlü beceremezdi. Hiçbir zaman bir buket oluşturmayı bilemedi. Seçim yapamazdı, bu konuda doğuştan zevk sahibi değildi; benim, «Hayır, onun resmini yapmayın, zahmetine değmez, şunu çizin,» demem gerekirdi. Ah! Keşke çiçek düzenleme konusunda olduğu gibi, hayatım düzenleme konusunda da bizim sözümüzü dinleyip o rezil evliliği yapmasaydı!' Ve ansızın, ev sahibemiz, geçmişe dönük bir tahayyülün alevlendirdiği bakışlarıyla, bluzunun tüylü kollarını sinirli sinirli çekiştiren gergin parmaklarıyla, acılı duruşuyla, sanırım hiç resmedilmemiş, olağanüstü bir tabloya, bir kadının bütün inceliği ve iffetiyle isyan eden bir dostun öfkeli hassasiyetini, zaptedilmiş itirazlarını anlatan bir resme dönüşüyor. Sonra bize Elstir'in kendisi için yaptığı harika Cottard ailesi portresinden bahsediyor; ressamla bozuştuğunda resmi de Luxembourg Müzesi'ne hibe ettiğini söylüyor ve kumaşın o güzelim harelenişini ortaya çıkarmak için erkeği frakla, kadını da, halıların, çiçeklerin, meyvelerin ve küçük kızların balerin tütülerini andıran tül elbiselerinin kıpır kıpır pastel tonlarının ortasında bir dayanak oluşturan kadife elbisesiyle resmetme fikrini Elstir'e kendisinin verdiğini itiraf ediyor. Ressamın övgülere boğulmasına yol açan saç tarama fikri de ev sahibemize aitmiş; kadını kendini sunarken değil, gündelik hayatın mahremiyetinde yakalanmış gibi resmetme amacı taşıyormuş. 'Ona hep söylerdim; kadının kimse tarafından görülmediğini zannettiği bir anda, taranırken, yüzünü silerken, ayaklarını ısıtırkenki hareketleri çok ilginçtir, tam anlamıyla Leonardovari bir zarafet içerir!'"

"Ne var ki, Verdurin'in, aslında son derece sinirli bir yapıya sahip olan karısının sağlığı açısından, bu geçmiş kızgınlıkların uyanmasının zararlı olduğunu hatırlatan bir işareti üzerine, Swann, dikkatimi ev sahibemizin boynundaki siyah inci kolyeye çekiyor; Henriette-Anne'ın Mme de La Fayette'e hediyesi olan bu inci kolyeyi Mme Verdurin bir müzayedede, bembeyazken satın almış, ama Verdurin'lerin, adını hatırlamadığım bir sokaktaki evinde çıkan ve evin bir bölümünün yok eden yangından sonra, inciler bir kutunun içinden, simsiyah halde çıkmış. Swann, 'Bu incileri, Mme de La Fayette'in bir portresinden tanıyorum,' diyor ve davetlilerin şaşkınlık nidaları arasında, 'evet, aynı kolye onun boynunda resmedilmiştir, kesinlikle,' diye ısrar ediyor, 'Guermantes Dükü'nün koleksiyonunda bulunan otantik bir portre.' Swann, bu koleksiyonun dünyada bir eşi daha bulunmadığını belirterek benim de onu mutlaka görmem gerektiğini söylüyor; bu koleksiyon, ünlü düke, teyzesi Mme de Beausergent'dan miras kalmış, çünkü daha sonra Mme d'Hatzfeldt adını alan ve Villeparisis Markizi'yle Hannover Prensesi'nin kız kardeşi olan teyzesinin en sevdiği yeğeniymiş; zaten kardeşimle ben de, dükü bir zamanlar prensesin evinde, Basin adlı sevimli bir yumurcak olarak tanıyıp çok sevmiştik. Bunun üzerine, Doktor Cottard, seçkinliğini ortaya koyan keskin zekâsını sergileyerek inci kolye hikâyesine dönüyor ve bu tür felaketlerin, insan beyninde de, cansız varlıklardaki değişimlere tıpatıp benzer değişimlere yol açtığını açıklıyor; birçok hekimde rastlanamayacak bir felsefi yaklaşımla, Mme Verdurin'in oda hizmetkârını örnek gösterip, söz konusu yangında ölümden dönen hizmetkârın, yaşadığı korku sonucunda bambaşka bir adama dönüştüğünü, hattâ elyazısının bile tamamen değiştiğini, o sırada Normandiya'da bulunan efendilerine mektup yazıp yangını haber verdiğinde, Verdurin'lerin, yazısını tanıyamayıp biri kendilerine şaka yapıyor zannettiklerini anlatıyor. Cottard'ın dediğine göre, değişen sadece elyazısı değilmiş; o güne kadar gayet mazbut bir adamken, ayyaşın teki olup çıkmış ve Mme Verdurin işine son vermek zorunda kalmış. Ev sahibemizin zarif bir işareti üzerine, yemek salonundan Venedik kökenli sigara salonuna taşınan etkileyici konferansına devam eden Cottard, bize şahit olduğu kişilik bölünmelerini anlatıyor; evime getirmeyi teklif etme nezaketini gösterdiği bir hastası varmış ki, içindeki ikinci kişiliği uyandırmak için, doktorun, şakaklarına dokunması yeterliymiş; bu ikinci hayata geçtiğinde, hasta ilk hayatıyla ilgili hiçbir şeyi hatırlamıyormuş ve ilk hayatında son derece namuslu bir adam olduğu halde, serserinin teki olduğu ikinci hayatında, hırsızlık nedeniyle defalarca tutuklanmış. Bu konuda Mme Verdurin, parlak bir fikir ortaya atıp, tıbbın tiyatroya şimdikinden daha gerçek konular sunabileceğini, olay örgüsündeki mizahın, patolojik yanılgılara dayandırılabileceğini söylüyor; laf lafı açıyor, Mme Cottard da, çocuklarının en büyük gece eğlencesi olan hikâyelerin yazarı İskoçyalı Stevenson'in, buna çok benzer bir fikri bir eserinde kullandığından bahsediyor; ardından, Swann, kesin bir iddia atıyor ortaya: 'Stevenson müthiş bir yazardır, sizi temin ederim Monsieur de Goncourt, en büyük yazarlarla boy ölçüşebilecek niteliktedir.' Sonra, sigara içtiğimiz salonun, eski Barberini sarayından getirilmiş armalı tavanına hayranlığımı belirtip, bir taş kâsenin 'londres'lerimizin külüyle giderek kararmasına hayıflandığımı belli ettiğimde, Swann, Bonaparte aleyhtarı görüşlerine rağmen Guermantes Dükü'nün mülkiyetinde bulunan, Napoleon'a ait kimi kitaplarda görülen benzer lekelerin, imparatorun tütün çiğnediğinin bir kanıtı olduğunu söyleyince, her konuda gerçekten keskin bir merak sergileyen Cottard, o lekelerin katiyen tütün lekesi olmayıp –'kesinlikle değil' diye kendinden emin bir tavırla ısrar ediyor– Napoleon'un, karaciğer ağrılarını bastırmak için daima, savaşta bile, elinde meyankökü pastilleriyle dolaşmasından kaynaklandığını belirtiyor. 'Çünkü Napoleon karaciğer hastalığından mustaripti ve bu yüzden öldü,' diye sözlerini noktalıyor doktor."

Bu noktada okumayı kestim, çünkü ertesi gün yola çıkıyordum; zaten her gün vaktimizin yarısında emrinde olduğumuz diğer efendimin beni çağırdığı saatti. Bu efendinin bize yüklediği görevi, gözlerimiz kapalı yerine getiririz. Her sabah, bizi öbür efendimize teslim eder, çünkü aksi takdirde, ona gereği gibi hizmet edemeyeceğimizi bilir. Zihnimiz uyandığında, kölelerini son sürat işe koşmadan önce yatıran efendinin hizmetinde neler yapmış olabileceğimizi merak ederiz; en açık gözlü olanlarımız, görevleri biter bitmez gizlice bakmaya yeltenirler. Ama hemen harekete geçen uyku, görmek istedikleri şeyin izlerini silmek için onlarla mücadele eder. Bunca yüzyıldan sonra, bu konuda bildiklerimiz pek azdır.

Goncourt'larin günlüğünü kapadım. Edebiyatın gücü! Cottard'larla tekrar görüşüp onlara Elstir hakkında ayrıntılı sorular sormak, hala ayaktaysa, Petit Dunkerque adlı dükkânı görmek, Verdurin'lerin, bir akşam yemeğe gittiğim konağını ziyaret etmek için izin almak isterdim. Ama belli belirsiz bir sıkıntı vardı içimde. Dinlemeyi ve yalnız değilsem, bakmayı asla öğrenemediğimi kendimden hiç gizlememiştim elbette. Benim gözlerim yaşlı bir kadının inci kolyesini görmez, o kolye hakkında söylenenler kulağımdan içeri girmezdi. Yine de o insanların hepsini gündelik hayatlarında tanımış, onlarla birçok kez akşam yemeği yemiştim; bunlar Verdurin'lerdi, Guermantes Dükü'ydü, Cottard'lardı, hepsi de bana gayet sıradan görünmüş, Basin'in Mme de Beausergent'ın sevgili yeğeni, harikulade genç kahramanı olduğunu aklından bile geçirmemiş büyükannem gibi ben de onların hepsini yavan bulmuştum; her birinin tek tek bütün bayağılıklarını hatırlıyordum...

Ve bunlar, hepsi bir yıldız mı olacaktı geceleri?

Tansonville'den ayrılmadan önceki gece okuduğum Goncourt'dan birkaç sayfanın, edebiyat aleyhinde zihnimde uyandırabileceği itirazları bir süreliğine bir kenara bırakmaya karar verdim. Söz konusu hatıra yazarının saflığını bir yana bıraksam da, çeşitli açılardan içim rahat edebilirdi.