Her şeyden önce, bizzat benim açımdan, günlüğün acımasızca ortaya koyduğu bakma ve dinleme yetersizliğim, her şeye rağmen mutlak değildi. İçimde bakmayı az çok bilen bir şahsiyet vardı, ama bu şahsiyet sürekli değildi, ancak beslenip sevineceği, birçok şey tarafından paylaşılan, ortak, genel bir öz ortaya çıktığı zaman canlanırdı. Bu durumda içimdeki şahsiyet bakıp dinlerdi, ama bunu belirli bir derinlikte yaptığından, gözlem açısından bir yararı olmazdı. Nasıl ki bir geometri bilgini, nesneleri algılanabilir niteliklerinden arındırıp sadece doğrusal altkatmanı görürse, ben de insanların anlattıklarını duymazdım, çünkü beni ilgilendiren, ne demek istedikleri değil, bunu nasıl söyledikleri, söyleyiş biçimlerinin ortaya koyduğu kişilikleri veya gülünçlükleriydi; daha doğrusu, beni asıl ilgilendiren şey, özel bir haz aldığım için daima araştırmalarımın özel hedefi olan, birden fazla kişiye özgü, ortak özelliklerdi. Ancak böyle bir özelliği fark ettiğimde, –görünürde heyecanla konuşup mutlak manevi uyuşukluğumu başkalarından gizlesem de o âna kadar uykuda olan– zihnim, bir anda neşeyle ava çıkardı, ama o zaman da takip ettiği şey –örneğin farklı mekân ve zamanlarda Verdurin salonunun kimliği– yarı derin bir konumda, görüntünün ötesinde, biraz daha gerideki bir bölgede olurdu. Bu yüzden de, insanların görünürdeki, resmedilebilir cazibesini yakalayamazdım, çünkü tıpkı bir kadının dümdüz karnının altında, onu kemiren iç organ hastalığını gören bir cerrah gibi, yüzeyde durma yetisinden yoksundum. Akşam yemeği davetlerine gitmemin bir yararı yoktu, davetlileri görmezdim, çünkü onlara baktığımı zannederken, röntgenlerini çekerdim.
Sonuç olarak, bir akşam yemeğinde, davetlilere ilişkin bütün gözlemlerimi birleştirerek çizdiğim desenin oluşturduğu psikolojik yasalar bütününde, davetlinin sözlerinin taşıdığı değer, neredeyse hiç yer almazdı. Peki ama, portre oluşturmak niyetiyle çizmediğim portreler, bu yüzden tamamen geçersiz mi sayılmalıydı? Resim alanında, bir portre, hacme, ışığa, harekete ilişkin çeşitli doğruları ortaya koyuyorsa, aynı kişinin, ilk portrede yer almayan binlerce ayrıntıyı titizlikle aktaran, bambaşka bir portresinden daha mı değersiz olmak zorundadır? İlk portrede çirkin zannettiğimiz modelin büyüleyici bir güzelliği olduğunu ikinci portrede fark etmemiz, belgesel, hattâ tarihsel bir önem taşıyabilir, ama katiyen sanatsal bir doğru değildir.
Ayrıca, tek başıma olmadığım zamanlar, daha önce zihnimi meşgul eden, sanata dair bir meseleyi veya kıskanç bir şüpheyi aydınlığa kavuşturmak üzere soruşturma yapmak amacıyla insan içine çıkmamışsam eğer, havailiğim yüzünden, dinleyerek öğrenmek yerine gevezelik ederek eğlendirmeyi tercih ediyordum. Okuyarak arzulamadığım, önceden kafamda tasarlayıp sonra gerçeğiyle karşılaştırmak istemediğim şeyi görmekten âcizdim. Goncourt'un yazdıkları ortaya koymuş olmasaydı da zaten biliyordum ki, nesnelere veya insanlara dikkatimi yoğunlaştıramamış, ama sonra, aynı nesne veya insanın sureti, tek başımayken, bir sanatçı tarafından bana sunulduğunda, onunla tekrar karşılaşabilmek için kilometrelerce yol katetmeyi, hattâ ölümü göze alabileceğimi kimbilir kaç kez düşünmüştüm! İşte o zaman, hayalgücüm harekete geçmiş, resmetmeye başlamıştı. Bir yıl önce karşısında esnediğim şeyin arzusuyla yanarak onu hayalimde canlandırmış, yüreğim sıkışarak, "Onu gerçekten hiç göremeyecek miyim? Görmek için neler vermezdim!" demiştim.
"Artık tek bir şahidi kalmamış bir toplumun son temsilcileri" diye tanımlanan insanlar hakkında, bunlar sadece yüksek sosyete mensupları olsalar bile, bir yazı okuduğunuzda, "Bu kadar önemsiz bir insan hakkında ne çok söz söyleniyor, ne övgüler düzülüyor! Sırf gazete ve dergileri okuyup adamın kendisini görmüş olmasam, onu tanımadığıma hayıflanacaktım!" diye haykırabilirsiniz elbette. Ama ben gazetelerde bu tür yazılar okuduğumda, daha ziyade, "Gilberte veya Albertine'le buluşmaktan başka bir şey düşünemezken bu beyefendiye daha fazla dikkat etmemiş olmam ne büyük talihsizlik! Ben onu can sıkıcı bir sosyete mensubu, basit bir figüran zannetmiştim, meğer bir şahsiyetmiş!" diye düşünme eğilimindeydim.
Goncourt'dan okuduğum birkaç sayfa, bu eğilimime hayıflanmama sebep oldu. Çünkü bu sayfalardan, hayatın, bize okumanın değerini azımsamayı öğrettiği ve yazarın methettiği şeyin pek de değerli olmadığı sonucunu çıkarabilirdim; ama tam tersine, okumanın, bize hayatın değerini gözümüzde yükseltmeyi öğrettiği, daha önce takdir edemediğimiz bu değerin boyutlarını, kitap sayesinde kavrayabildiğimiz sonucunu da çıkarabilirdim pekâlâ. Bir Vinteuil'le, bir Bergotte'la beraberlikten pek de fazla zevk almamış olmamızın üzüntüsünü atlatabiliriz icabında. Birinin utangaç tutuculuğu, diğerinin tahammül edilmez kusurları, hattâ bir Elstiı'in ilk başlardaki özentili bayağılığı (Goncourt'ların Günlük'ü sayesinde, Elstiı'in, bir zamanlar Verdurin'lerde nutuklarıyla Swann'ı bunaltan "Monsieur Tiche"in ta kendisi olduğunu öğrenmiştim), onların aleyhinde bir kanıt sayılamaz, çünkü dehaları eserleri tarafından kanıtlanmıştır. Onlar açısından, bizim hoşlanmadığımız dostluklarının cazibesini ortaya koyan hatıratların mı, yoksa bizim mi yanıldığımız, pek önemi olmayan bir meseledir, çünkü yanılan, hatıratın yazarı olsa bile, bu, böyle dehalar üreten hayatın değerini düşürmez. (Nadir rastlanan Elstir örneğinde olduğu gibi, üstün seviyede bir zevke ulaşmadan önce, kendi çevresindeki sanatçıların sinir bozucu konuşma biçimini benimsememiş bir dâhi var mıdır? Mesela Balzac'ın mektupları, Swann'ın öldürseler kullanmayacağı türden bayağı ifadelerle dolu değil midir? Buna rağmen, son derece incelikli, her tür aşağılanabilir gülünçlükten arınmış olan Swann, Kuzin Bette'i ve Tours Papazı'nı yazamazdı muhtemelen.)
Deneyimin zıt kutbunda, Goncourt Günlük'ünün bitmez tükenmez malzemesini oluşturan ve okuru yalnız geçirdiği geceler boyunca oyalayan en ilginç anekdotların, yazara, okudukça tanışmasına gıpta ettiğimiz davetliler tarafından anlatılmış olması ve buna karşılık, aynı şahısların bende ilginç bir anı olarak hiçbir iz bırakmamış olması da pek açıklanamaz bir şey değildi. Anekdotların ilginçliğinden yola çıkarak, anlatanın da muhtemelen seçkin biri olduğu sonucuna varan Goncourt'un saflığına rağmen, vasat insanların, kendi adlarına hayatları boyunca ilginç şeyler görmüş veya işitmiş olmaları ve aktarmaları pekâlâ mümkündü. Goncourt görmeyi de, dinlemeyi de biliyordu; ben bilmiyordum.
Esasen bütün bu ayrıntıları tek tek değerlendirmek gerekirdi. Hiç kuşku yok ki, M. de Guermantes, Mme de Beausergent'in hatıralarından yola çıkarak büyükannemin tanışmayı çok istediği ve bana taklit edilmesi imkânsız bir örnek olarak sunduğu çocukluk zarafetinin timsali izlenimi uyandırmamıştı bende. Ama Basin'in o sırada yedi yaşında olduğunu, yazarın yeğeni olduğunu ve birkaç ay sonra boşanacak da olsa, bir kocanın karısını mutlaka methettiğini unutmamak gerekir. Sainte-Beuve, en güzel şiirlerinden birini, akla gelebilecek her türlü yeteneğe ve inceliğe sahip bir çocuğun, o sıralar muhtemelen on yaşında bile olmayan Mlle de Champlâtreux'nün, bir çeşme başındaki görüntüsüne hasretmiştir. Bir şiir dehası olan Noailles Kontesi, kayınvalidesine beslediği bütün sevgiye ve saygıya rağmen, genç kızlık soyadı Champlâtreux olan Noailles Düşesi'nin portresini kaleme alsaydı, mümkündür ki bu portre, Sainte-Beuve'ün elli yıl önce çizdiği portreye taban tabana zıt olurdu.
Belki en şaşırtıcı olan, iki zıt kutbun arasında kalan kişilerdi; onlar hakkında anlatılanlar, ilginç bir anekdotu korumuş olan bir hafızadan daha fazla şeye sahip olduklarını ima etse de, bu kişiler, Vinteuil'ler, Bergotte'lar gibi eserleriyle değerlendirilme imkânı sunmazlar, çünkü kendileri bir eser yaratmamışlar, sadece –kendilerini gayet vasat bulan bizleri hayrete düşürecek şekilde– başkalarının eserlerine ilham kaynağı olmuşlardır. Bir müzede, muhteşem Rönesans tablolarından bu yana görülmüş en etkileyici zarafet ve seçkinlik örneği olarak algılanabilecek olan salonun, gülünç bir küçük burjuvanın salonu olmasını anlayabilirdim; o salonun sahibesini, eteğinin dantellerle bezenmiş, kadifeden, şatafatlı kuyruğu, Tiziano'nun en güzel eserleriyle boy ölçüşebilecek bir ayrıntı olan küçük burjuvayı tanımış olmasam, tablonun karşısında dururken, ona gerçek hayatta yaklaşabilmeyi hayal edeceğimi, ressamın sanatına ilişkin, tablonun bana ifşa etmediği en değerli sırları ondan öğrenmeyi umacağımı düşünebilirdim. Bir zamanlar en esprili, en tahsilli, en nüfuzlu kişilerin değil, (çağdaşları Swann'ı ondan daha esprili, Breaute'yi ondan daha bilgili bulsalar bile) bir aynaya dönüşüp, vasat bir hayat da olsa; hayatını yansıtmayı becerebilen kişinin bir Bergotte olabildiğini anladığıma göre, aynı şey, ressamın modeli için daha da geçerli olmalıydı. Her şeyin resmini yapabilecek olan ressamın içinde güzellik aşkı uyandığı zaman, güzel konular çıkarabileceği zarafetin, seçkinliğin modelini, kendisinden biraz daha zengin insanlar sağlayacaktır ona; tablolarını elli franga satan, dehası anlaşılamamış bir sanatçı olarak kendi atölyesinde genellikle bulunmayan şeyleri onların evinde bulacaktır: eski ipek kaplamalı mobilyalarla, çok sayıda lambayla, güzel çiçeklerle, güzel meyvelerle ve güzel elbiselerle dolu bir salon –görece mütevazı veya (kendilerinin varlığından bile habersiz) gerçekten parlak konumdaki kişilere mütevazı görünecek, ama bu yüzden de, tanınmamış bir sanatçıyla ilişki kurmaya, onu takdir edip evlerinde ağırlamaya, tablolarını satın almaya daha yatkın, portrelerini papa ve devlet başkanları gibi akademisyen ressamlara yaptıran aristokratlardan daha ulaşılır insanlar. Günümüze ait seçkin bir evin ve güzel gece elbiselerinin şiirselliğini gelecek nesillere taşıyacak olan, Cot ya da Chaplin imzalı Sagan Prensesi veya La Rochefoucauld portresinden ziyade, Renoir imzalı, yayıncı Charpentier'nin salonu tablosu değil midir? Bizlere en muhteşem zarafet ve şıklık görüntülerini sunmuş olan sanatçılar, çoğu kez, bu görüntüleri oluşturan unsurları, çağının seçkinlik timsali olan kişilerden toplamamışlardır, çünkü bu parlak şahsiyetler, genellikle portrelerini, tablolarında fark edemedikleri bir güzelliğin öncüsü olan, bilinmedik bir ressama yaptırmazlar; onun yarattığı güzellik, kitlelerin gözünün önünde, bir hastanın gerçekten karşısında bulunduğuna inandığı sanrılar gibi uçuşan, bayat bir güzellik klişesi tarafından gizlenir. Ama ayrıca, tanımış olduğum bu vasat modellerin, hayran olduğum kimi düzenlemeleri esinlemiş, tavsiye etmiş olmaları, aralarından birinin tablolardaki varlığının, model olmanın da ötesinde, resimlere dahil edilmek istenen bir dost olduğuna işaret etmesi, beni şüpheye düşürüyordu; Balzac kitaplarında kendilerini tasvir etmiş veya kitaplarını hürmetinin ifadesi olarak onlara ithaf etmiş olduğu için, Sainte-Beuve ve Baudelaire en güzel dizelerini onlara hasrettiği için tanışmamış olduğumuza hayıflandığımız bütün insanlar, hele hele bütün Recamier'ler ve Pompadour'lar, acaba bana sıradan insanlar gibi mi görünürdü, diye düşünüyordum; bunun sebebi, bende doğuştan gelen bir bozukluk olabilirdi, ki öyleyse, hasta oluşuma ve yanlış tanımış olduğum onca insanı tekrar göremeyeceğime öfkeleniyordum; ya da bu kişiler, bütün cazibelerini edebiyatın yanıltıcı büyüsüne borçluydular; eğer öyleyse, zaten yanlış yolu tutmuşum demekti ve ilerleyen hastalığım yüzünden bugün yarın ilişkilerimden, seyahatten, müzelerden vazgeçip bir kliniğe yatmak zorunda kalacağım için üzülmeme gerek yoktu. Fakat belki de hatıratlar, sadece çok yeniyken, hem entelektüel, hem de sosyetik şöhretler süratle yok olduğunda bu yanıltıcı özelliğe, sahte parlaklığa sahip oluyorlar (daha sonra bu gömülüşle mücadele eden bilgi, üst üste yığılan unutuşlardan binde birini bile canlandırmayı başarabilir mi?)
Kimileri edebi yetenekten yoksun oluşumdan ötürü duyduğum üzüntüyü azaltan, kimileri de artıran bu düşünceler, uzun yıllar boyunca hiç aklımdan geçmedi; yazma projesinden tamamen vazgeçtiğim bu yılları, Paris'ten uzakta bir klinikte tedavi görerek geçirdim, ta ki 1916 yılının başında, kliniğin tıbbi personel bulma imkânı kalmayıncaya kadar.
Paris'e döndüğümde, ileride de göreceğimiz gibi, Ağustos 1914'te, tıbbi kontrol için uğradığım Paris'ten, ki sonra yeniden kliniğime dönmüştüm, çok farklı bir şehir buldum karşımda.
1 comment