1916'daki dönüşümün ilk akşamlarından birinde, o sıralar ilgi duyduğum tek şey olan savaş hakkında insanların neler konuştuğunu merak ederek, yemekten sonra Mme Verdurin'i ziyarete gittim; ne de olsa o ve Mme Bontemps, Direktuvar'ı hatırlatan savaş dönemi Paris'inin kraliçeleriydiler. Sanki az miktarda mayanın filizlenmesi sonucu, görünürde kendiliğinden bir üremeyle, genç kadınlar bütün gün Mme Tallien'in dönemindeki gibi, silindir biçimli yüksek türbanlarla dolaşıyor, yurtseverlik icabı, kısacık eteklerinin üzerine dümdüz, koyu renk, pek "savaşçı" Mısır tunikleri geçiriyorlardı; Talma'nın Yunan trajedilerinde giydiği kalın tabanlı, yüksek ayakkabıları hatırlatan kayışlı ayakkabılar veya sevgili askerlerimizin tozluklarını hatırlatan uzun tozluklar giyiyorlardı; dediklerine bakılırsa, askerlerin göz zevkine hitap etsin diye, "dökümlü" gece elbiselerinden vazgeçmedikleri gibi, hammaddesi ordudan gelmese de, orduda işlenmiş olmasa da, motifleriyle orduyu hatırlatan mücevherler takıyorlardı; Mısır seferini hatırlatan Mısır takıları yerine, obüs veya 75 milimetrelik mermi kovanı parçalarından yapılma yüzük ve bilezikler, bir askerin, barınağında cilalayarak Üzerlerindeki Kraliçe Victoria profilini Pisanello'nun elinden çıkma profillere benzettiği iki İngiliz parasından oluşan çakmaklar kullanılıyordu. Yine sürekli cephedeki askerleri düşündükleri için, kendi yakınlarından biri can verdiğinde, matem kıyafeti giymiyor, kederlerinin "gururla iç içe" olduğu bahanesiyle, beyaz İngiliz krepinden (çok zarif görünümlü, "bütün umutları canlandıran", kesin zafere olan yenilmez inançlarını gösteren) bir bone takıyor, eskiden giyilen kaşmirin yerine saten ve ipek muslin giyiyor, hattâ "Fransız kadınlarına hatırlatılması gerekmeyen incelik ve usule uygunluktan ayrılmadan", incilerini de takmaya devam ediyorlardı.

Başta Louvre olmak üzere, bütün müzeler kapalıydı; bir gazetede "olağanüstü bir sergi" başlığını görüp de, bir resim sergisinden değil, kıyafet sergisinden bahsedildiğinden kuşku duymak mümkün değildi; zaten bu kıyafetlerin amacı da, "Parisli kadınların fazlasıyla uzun zamandır mahrum olduğu, sanatın yüce hazları"nı canlandırmaktı. Şıklık ve hazza, işte bu şekilde geri dönülmüştü; sanatın yokluğunda, onun yerini alan şıklık, kendini mazur göstermeye çalışıyordu; tıpkı 1793'te, Devrim Salonu'nda sergi açan sanatçıların, "ittifak halindeki Avrupa özgürlüğün topraklarını kuşatırken bizim sanatla uğraşmamız ağırbaşlı cumhuriyetçilere garip görünse de," bunun yanlış olduğunu ifade etmesi gibi. 1916 yılında da terziler aynı şeyi yapıyor, gururlu bir sanatçı bilinciyle, "Zihinlerinden hiç çıkmayan idealin, peşinde koştukları hayalin, yeniliği aramak, bayağılıktan sıyrılmak, kişiliği vurgulamak, zaferin yolunu açmak, savaş sonrası nesiller için yeni bir güzellik formülü geliştirmek olduğunu, ... Sokağı'ndaki nadide salonlarını ziyaret edenlerin de göreceği gibi, dönemin ağır kederini aydınlık ve neşeli bir notayla hafifletmeyi şiar edindiklerini, bununla birlikte, koşulların zorunlu kıldığı ölçülülüğü daima koruduklarını" ifade ediyorlardı.

"Dönemin kederi", gerçekten de, "hanımların gücünü aşabilirdi; ne var ki, düşüneceğimiz sayısız cesaret ve dayanıklılık örneği mevcut. İşte bu yüzden, siperlerinde, geride bıraktıkları sevgili eşleri için daha fazla konfor ve şıklığın hayalini kuran askerlerimizi düşünerek, günün gereklerine uygun kıyafetlerin tasarımında daima daha özenli olmayı sürdüreceğiz. En çok rağbet gören modaevleri," tahmin edilebileceği gibi, "müttefikimiz İngilizlerin modaevleri; bu yıl en revaçta olan model ise, gözü okşayan rahatlığıyla hepimize hoş ve özgün, nadide bir seçkinlik kazandıran fıçı-elbiseler. Bu hazin savaşın en mutlu sonuçlarından biri," diye ekliyordu şirin muhabir, ("kaybettiğimiz illerin geri alınması, milli duyguların canlanması" diye devam etmesi beklenirken, şöyle diyordu) "kıyafet alanında, düşüncesizce, niteliksiz lükse kaçmadan, pek basit bir malzemeyle güzel sonuçlar elde etmemiz, hiç yoktan bir şıklık yaratmamız olacaktır. Şu sıralar, ünlü modacıların çok sayıda üretilen elbiseleri yerine, herkesin şahsi anlayışını, zevkini ve eğilimlerini vurgulayan, evde dikilmiş elbiseler tercih ediliyor."

Hayır işlerine gelince, işgalin yol açtığı sefalet ve çok sayıda yaralı düşünülecek olursa, doğal olarak, "her zamankinden daha yaratıcı" olunması gerekiyordu; bu da, yüksek türbanlı hanımefendileri, otomobillerinin şoför koltuğundaki yakışıklı asker, komiyle gevezelik ederek kapıda kendilerini beklerken, öğle sonrasını "çay salonlarında", bir briç masasının etrafında "cephe"den gelen haberleri konuşarak geçirmeye mecbur ediyordu. Yenilik, çehrelerin üzerinde yükselen garip silindirlerle sınırlı değildi. Çehreler de yeniydi. Bu yeni şapkalı hanımlar, nereden geldikleri pek belli olmayan genç kadınlardı ve bazıları altı aydır, bazıları iki yıldır, bazıları da dört yıldır, şıklığın timsaliydiler. Onlar için bu zaman farkı, ben sosyeteye girdiğim sıralar, Guermantes'lar ve La Rochefoucauld'lar türünden iki aile arasındaki üç ya da dört asırlık kanıtlanmış kıdem farkı kadar önem taşıyordu. Guermantes'ları 1914'ten beri tanıyan hanım, sosyeteye yine Guermantes'larda, 1916'da takdim edilen hanıma sonradan görme damgası yapıştırıyor, onu asil bir dul edasıyla selamlayıp saplı gözlüğüyle süzüyor ve burun kıvırarak, söz konusu hanımın evli olup olmadığının bile şüphe götürdüğünü bildiriyordu. "Bu kadarı da mide bulandırıcı," diye noktalıyordu sözlerini, yeni katılımlar devrinin kendisiyle birlikte kapanmasını isteyen 1914'lü hanım. Delikanlıların pek eski bulduğu, ilişkilerini yüksek sosyeteyle sınırlı tutmamış kimi ihtiyarların da, o kadar yeni olmadıklarını hatırladığı bu yeni kişiler, sosyeteye hoşlandığı siyasi sohbet ve samimi ortamda müzik eğlencelerini sunmakla kalmıyorlardı; bunları bizzat onların sunması gerekiyordu, çünkü sanatta da, tıpta da, sosyetede de, bir şeyin yeni görünebilmesi için, aslında eski de olsa, hattâ yeni de olsa, yeni isimler şarttır. (Bazı konularda gerçekten de isimler yeniydi. Mesela Mme Verdurin, savaş sırasında Venedik'e gitmişti, ama kederden ve duygusallıktan bahsetmek istemeyen insanlar gibi, harikulade olduğunu söylerken, Venedik'e, San Marco'ya, saraylara hayranlığından söz etmiyor, benim hoşuma giden her şeyi bir kalemde silip atıyordu; onun hayran olduğu, gökyüzünde projektörlerin yansımalarıydı, bu projektörler hakkında, rakamlarla desteklediği ayrıntılı bilgiler veriyordu. İşte bu şekilde, belirli dönemlerde, o güne kadar hayranlık duyulan sanata tepki olarak, bir tür gerçekçilik ortaya çıkar.)

Sainte-Euverte salonu, artık solmuş bir sancaktı ve en büyük sanatçıların, en nüfuzlu bakanların varlığı bile, bu salona kimseyi cezbedernezdi. Buna karşılık, aynı sanatçıların asistanlarının veya aynı bakanların özel kalem müdür yardımcılarının söyleyeceklerini dinlemek için, kanatlı, geveze istilaları Paris'i saran türbanlı yeni hanımların evlerine herkes koşa koşa gidiyordu. Birinci Direktuvar dönemi hanımlarının genç ve güzel bir kraliçesi vardı, adı Madame Tallien'di. İkinci Direktuvar dönemi hanımlarınınsa, yaşlı ve çirkin iki kraliçesi vardı, adları Mme Verdurin ve Mme Bontemps'dı. Kocası, Dreyfus Davası'nda, L'Echo de Paris tarafından kıyasıya eleştirilen bir rol oynadı diye kim Mme Bontemps'a kızabilirdi? Belirli bir dönemde, Millet Meclisi'nin tamamı davanın yeniden görülmesinden yana olmuştu; dolayısıyla toplumsal düzeni, dini hoşgörü ve askeri hazırlığı temsil eden partinin üyeleri mecburen eskiden davanın yeniden görülmesinden yana olanların ve eski sosyalistlerin arasından çıkmıştı. Bir zamanlar M. Bontemps'dan nefret edilirdi, çünkü o sırada yurtsever olmayanların sıfatı, Dreyfus taraftarıydı. Ama kısa bir süre sonra, bu sıfat unutulmuş, yerini, üç yıllık askerlik yasası aleyhtarı sıfatı almıştı. M. Bontemps ise, aksine, bu yasanın altına imza atanlardan biriydi, dolayısıyla yurtseverdi.

Yüksek sosyetede yenilikler, kınanacak bir yanları olsun olmasın, ancak güven telkin eden unsurlar tarafından benimsenip çevrelenmedikleri sürece dehşet uyandırırlar (ve bu toplumsal olgu, çok daha genel bir psikoloji kuralının uzantısıdır). Dreyfus taraftarlığı da, Saint-Loup'nun, Odette'in kızıyla evliliği gibiydi; bu evlilik başlangıçta itirazlarla karşılanmıştı.